Termik Santral Küllerinden Uzoduo Üretti.

26 Nisan 2012 Perşembe 09:16
Son Güncelleme: 11:50
Ürolog Hüseyin Lüleci'nin şirketi atıkları ürüne çeviriyor. Tunçbilek ve Seyitömer gibi termik santrallerin külleri, İzoduo ile yalıtımlı duvar bloku oluyor.

Yıldız DOĞRUER YEMİŞ
İSTANBUL - İzoduo, Türkiye'deki termik santrallerin külünü, yalıtımlı duvar blokuna çeviriyor. Tamamen geridönüşümlü olan malzemede, Tunçbilek ve Seyitömer gibi termik santrallerin enerji atığı kullanılıyor. Daha önceden pomza taşından üretilen İzoduo'nun, Ar-Ge ile termik santral atıklarını küllerini kullanır hale gelmesini sağlayan ise İstanbul'un ünlü ürologlarından Hüseyin Lüleci.
Bir hekim olarak sanayiciliğe giriş öyküsünü ve yaptığı Ar-Ge çalışmalarını DÜNYA'ya anlatan Hüseyin Lüleci, babasının Eskişehir'de kalorifer kazanı ürettiğini anlattı. "Sanayinin içinde büyüdüm" diyen Lüleci, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini'nde okuduktan sonra Ankara ve İzmir' de kamuda doktorluk yapmış. Dha sonra istifa ederek serbest piyasada doktorluk yapmaya başlayan Lüleci, bu dönemde Amerika ve İngiltere'den yeni ameliyat teknikleri öğrenerek Türkiye'de uygulamaya başlamış. Medikal malzeme satışı yapan bir şirket kurarak ticaret hayatına giren Lüleci, üretimin içinde büyüdüğü için yaptığı ithalatın yanına sanayiciliği de eklemek istediğini belirterek "Üretim heyecan meselesi, yaşam tarzı. Bu dönemde çevremden hiç kimse üretime girmemi teşvik etmedi. Ama ben tamamı yerli makinelerle yüzde 100 yerli İzoduo'nun üretimine başladım" diye konuştu.
Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi'ndeki (OSB) tesislerinde toplam 7 milyon liralık bir yatırımları olduğunu ve AndGrup'a bağlı olarak AndBlok şirketleri ile İzoduo'yu ürettiklerini belirten Lüleci, "Şimdi bu tesisin bir benzerini Şanlıurfa OSB'de kuracağız. Yaklaşık 7 milyon liralık bir yatırım olacak. Urfa tesisimizin tamamlanması ile hem bölge hem de Irak için üretime başlamış olacağız" dedi.
İzoduo'nun üretimine henüz enerji verimliliği konuşulmazken başladıklarını anlatan Lüleci, "Şimdi ısı ve ses yalıtımı ön planda. 2009 yılında üretime başladığımızda Türkiye'de yeşil konuşulmuyordu ya da çevre ve yalıtım konularında zorunluluk yoktu. Biz bunu heyecan için yaptık. Bu işten para kazanmak için değil. İlk yola çıktığımızda bu bir hayaldi. Ortaya tahminimizden daha iyi bir şey çıkardık. 2010'da 500 bin liralık mal sattık. 2011 yılında fabrikayı büyüttük 2.5 milyon liralık satış yaptık. Bu yıl hedefimiz 7 milyon liralık mal satmak. Üç yıl içinde çok hızlı bir büyüme sağladık" ifadelerini kullandı.
Türkiye'de ve dünyada örneği olmayan bir ürün geliştirdiklerini bu nedenle ilk iş olarak patent almaya yöneldiklerini belirten Hüseyin Lüleli, İzoduo'nun 4 patenti olduğunu kaydetti.  İnşaat yapılırken yalıtımın sağlanması için kullanılan gaz betonların 50-55 santimetre olduğunu da anlatan Lüleci, "İzoduo ise 20 santim kalınlığında. Böylece binayı hafifletme üstünlüğü de sağlıyoruz. Ses yalıtımı konusunda çok ilerideyiz. 60 desibel ses korumasına sahibiz. Ama en önemlisi enerji tasarrufumuz. İzoduo'nun  ısı koruma katsayısı 0.29 - 0.27 değerlerine sahip, bu rakamlar şuanda piyasada olmayan, kimsenin bilmediği değerlerdir. Enerjiyi bugüne kadar koruyan en iyi sitemden 2.5 kat daha iyi koruma sağlıyoruz. Bizzat Ar-Ge çalışmalarının içinde yer alıyorum" ifadelerini kullandı.
Ürünlerinin yeni binalara uygulandığını anlatan Lüleci, "Maliyet olarak da daha uygunuz. Kırmızı veya gaz beton duvarın 25 TL'ye yalıtım ve mantolamanın 35 TL'ye mal edildiği bir ortamda bina maliyet 55-60 TL'ye denk gelirken, biz 35 TL'ye aynı duvarın satışını yapıyoruz. Ömür boyu izolasyon sağlıyoruz" şeklinde konuştu.
Piyasada yüzde birlik pazar payına sahip olduklarını belirten Hüseyin Lüleci, "Ancak hedefimiz yüzde 10'luk bir pazar payı. Önümüzdeki bir yıl içinde bunu çok kolay yakalayacağımıza inanıyoruz. İstanbul, Bursa, Artvin ve Edirne gibi illerde Türkiye'nin dört bir yanında ürünlerimiz kullanılıyor. İstanbul ve Konya'da bayimiz var. Eskişehir tesisimizin kapasitesini 3 kat artırmaya hazırlanıyoruz. Eskişehir fabrikasındaki normal kapasitemiz 300 bin metrekare. Bu kapasiteyi seneye bir milyon metrekareye çıkaracağız. Şanlıurfa'da kuracağımız tesis tamamlandığında kapasitemiz 2 milyon metrekareye ulaşacak. Ayrıca devlet alımı için, biz çıkartmadan ürünümüzü inceleyen devlet bize Poz numarası verdi" diye konuştu.
Çevreci üretimin 5 koşulu tamam
Hammadde olarak pomza taşı ile başladıkları üretime farklılık getirdiklerini belirten Hüseyin Lüleci, "Biz termik santrallerin çöp olarak attığı külleri para vererek satın aldık ve malzememizi bununla üretmeye başladık. Tamamen çevreci bir üretim yapıyoruz. Zararlı bir maddeyi alıp yaralı bir ürün üretiyoruz. Seri üretimine başladığımız bu malzeme inşaatlarda her yerde kullanılabiliyor. Bir miktar pomza taşı ve enerji üretim atığını kullanarak İzoduo üretiyoruz. Tunçbilek ve Seyitömer gibi termik santrallerin atık küllerini kullanıyoruz" diye konuştu.
"Çevreci kuruluşlar Avrupa Birliği tarafından desteklenirken biz bu külleri toplarken çeşitli sorunlarla karşılaşıyoruz" diyen Lüleli, "Çevreci üretimin 5 koşulu var:
'Toprağa zarar vermeyeceksin', 'havaya karbondioksit salmayacaksın', 'yaptığın malzeme dünyadaki enerjiyi koruyacak', üretim sırasında dışarıya çöp atmayacaksın' ve 'son ürün kullanıldığında yüzde 100 geri dönüşüm sağlamalısın.' Bizim ürünümüz bu 5 koşulu da sağlıyor" açıklamasını yaptı.
Mantolama konusunda da soruları yanıtlayan Lüleli, "Mantolama ömrü olan bir şey. 5-10 yıl içerisinde mutlaka değişmesi, tamir edilmesi gereken bir sistem. Yani 5-10 yıla kadar mantolama çöplükleri de oluşacak. Bu çevre için çok büyük bir sorun" ifadelerini kullandı.
Sosyal medya departmanı kurdu
Şirketlerin yüzünün ve sekreterlerinin internet olduğu bir dönemden geçtiğimizin altını da çizen Hüseyin Lüleci, "Bilişim ve teknoloji benim ilgi alanım. Bunun için 'Sosyal Medya Departmanı' kurdum. Şimdi yeni bir internet sitesi tasarlıyoruz" diye konuştu.
'Yeşil' oskarı Green Dot'tan üç ödül
İzoduo'nun dünyada yeşil ürün oskarı olarak bilinen Green Dot Awards'tan da sessiz sedasız 3 ödül aldığını kaydeden Hüseyin Lüleci, "Geçen yıl Amerika menşeli ödüllerde üründe ikincilik, building method'ta üçüncülük ve onur ödülü sertifikası aldık  Bunu 'sessiz sedasız' diye tabir ediyorum. çünkü bu oskarı aldığımızı yurtiçinde fark eden yok gibi" diye konuştu. Türkiye'de yeşil ürüne sertifika veren bir kurum olmadığını da anlatan Lüleci, "TSE yeşil ürün sertifikası vermiyor. Dünyada biri Amerika'da biri İngiltere'de olan iki kurum var. Bunun da bir şirkete maliyeti yaklaşık 15 bin euro. Ama benim ürünüm yüzde 100 Türk. Bu sertifikayı neden TSE vermiyor" diye sordu.


Konya Havzası Dünyaya Örnek Olacak.


25/04/2012 
Eti Burçak ve WWF-Türkiye’nin Konya Kapalı Havzası’nda yürüttüğü çalışmalar tüm dünyaya örnek olacak.
Eti Burçak ve WWF-Türkiye’nin Konya Kapalı Havzası’nda Akılcı Su Kullanımı ve İklim Değişikliğine Uyum Çalışmaları T. C. Kalkınma Bakanlığı’nın “En İyi Uygulama Ödülü”nü alarak Rio+20’de Türkiye’yi temsil edecek.





 Eti Burçak ve WWF-Türkiye’nin 2008 yılından beri yürüttüğü çalışmalar, Konya Kapalı Havzası’nda suyun en çok kullanıldığı tarım sektöründe modern sulama yöntemlerinin yaygınlaştırılmasını amaçlıyor. Proje kapsamında gerçekleştirilen pilot uygulamalar sayesinde su ve enerjide %50’ye varan tasarruf sağlandı, verim %36 arttı; gübre kullanımında %29, işçilikte %100 tasarruf sağlandı.
T. C. Kalkınma Bakanlığı, İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yeşil ekonomi fikrini destekleyen, belirgin çevresel faydalar yaratan, etkin politika ve ölçütlere göre hazırlanan, ekonomik, sosyal ve çevresel anlamda olumlu etki yaratan kriterlere göre seçtiği en iyi uygulamalar, Türkiye’nin Ulusal Rio+20 Raporu’nda yer alacak.
WWF-Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Bayar “WWF-Türkiye’nin Eti Burçak işbirliğiyle Konya Kapalı Havzası’nda modern sulama yöntemlerinin yaygınlaştırılması amacıyla yürüttüğü çalışmaların Rio+20 Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'nda tüm dünya için örnek oluşturacak en iyi uygulamalar arasında yer alarak Türkiye'yi temsil etmesi, hepimiz için gurur kaynağıdır. Çalışmalarımızı ödüle layık gören T.C. Kalkınma Bakanlığı’na teşekkür ediyoruz.” dedi.


WWF-Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Bayar ödülü Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Başkanı Galya Molinas'tan aldı.


WWF-Türkiye Genel Müdürü Tolga Baştak “Bu başarı özel sektör işbirliklerinin yanı sıra kamu kurum ve kuruluşlarıyla yürüttüğümüz uzun soluklu çalışmaların sonucudur. Yerelden çıkan başarı hikâyeleri, Rio+20’de çözüm arayan ülke hükümetlerine gerçek ve somut bir şekilde sürdürülebilir kalkınmanın mümkün olduğunu gösterecektir. Bu projeler, Türkiye genelinde yaygınlaştırıldığı takdirde bizi ulaşmayı hedeflediğimiz geleceğe, doğayla uyumlu ve ekolojik sınırlar içinde yaşama doğru taşıyacaktır.”dedi.
ETİ Pazarlama Grup Başkanı Şule Atabey Şamlı, “ETİ Burçak ve WWF-Türkiye olarak Konya Kapalı Havzası’nda Akılcı Su Kullanımı ve İklim Değişikliğine Uyum Çalışmaları ile ülkemizin tahıl ambarı olarak bilinen Konya Havzası’nda küresel iklim değişikliğinin gelecekteki olası etkilerini bilimsel verilerle ortaya koymayı amaçladık. Yürüttüğümüz bu çalışmaların T. C. Kalkınma Bakanlığı tarafından “En İyi Uygulama Ödülü”ne layık görülmesi ve Rio+20’de Türkiye’yi temsil edecek olmasından büyük bir mutluluk duyuyoruz” dedi.
Ayrıntılı bilgi için:
Tuğba Uğur, İletişim Yönetmeni, 0212 528 20 30, tugur@wwf.org.tr
Editöre Notlar:
WWF-Türkiye
WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) 1996 yılında Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin öncülüğünde kurulmuş, 2001 yılında ise WWF’in Türkiye ulusal kuruluşu olarak WWF-Türkiye unvanını almıştır. WWF-Türkiye çalışmalarını bağışlar ve kurumsal sponsorluklar ile yürüten kâr amacı gütmeyen bağımsız bir vakıftır. Doğa korumada 30 yılı aşkın süredir sayısız başarılı projeye imza atan WWF-Türkiye çalışmalarını, “ülkemizin doğasının korunması”, “yaşam tarzımızın değişmesi” ve “iklim değişikliğiyle mücadele” olmak üzere üç ana bileşende yürütür.
www.wwf.org.tr
BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Rio+20) 
Haziran 2012’de Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde gerçekleştirilecek Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Rio+20) için ülkemizdeki hazırlık çalışmaları Kalkınma Bakanlığı tarafından ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı kolaylaştırıcılığında yürütülüyor. Bu kapsamda “Türkiye’nin 2012 BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’na (Rio+20) Hazırlıklarının Desteklenmesi Projesi” ülkemizde yeşil ekonominin yaygınlaştırılması için fırsatları ve zorlukları değerlendirerek, Türkiye’nin yeşil büyüme vizyonunu oluşturmayı hedefliyor. 

Arılar Balı Nasıl Yaparlar.


ARILAR/Abdullah AYSU


Uzmanların arılar hakkında verdikleri bilgiler hem önemli hem anlamlı. Bunları sizlerle paylaşmak istedim. Bilgiler şöyle:
Arılar yaklaşık yarım kilo bal yapabilmeleri için çiçeklerinden kovanlarına kadar 37 bin defa gidip gelmek zorundadırlar. Güzel güneşli bir günde vücutlarının on misli ağırlığında nektar taşımakta ballarını yapmaktadırlar.
Bal arısı, çiçeklerin en vefakâr, en sadık âşığıdır. Kelebekler, sinek kuşları, daha birçok başka böcekler bir çiçekten diğerine koşup durdukları halde, bal arısı sadece bir cins çiçek üzerinde büyük bir sadakatle bağlanmaktadır. İşte bu sayededir ki sadece portakal çiçeğinin, yahut kırmızı yoncanın beyaz yoncanın çiçeklerinden elde edilmiş saf ve pırıl pırıl parlıyan bal meydana getirmektedir.
Bir tek arı kovanını besleyebilmek için arıların 135 kg bal yaptıkları hesaplanmıştır. Bu muazzam erzakı temin edebilmek için bir kovanın işçi arılarının bir sene zarfında 17 milyon mil uçuş yaptıkları tespit edilmiştir.
Her kovandan alınıp piyasaya sevk edilen ballar için ise, hayvancıkların daha milyonlarca mil uçuş yaptıkları şüphesizdir.
Arılardan sağlanan balın İçerdiği besinin sağlığa koyduğu katkı da önemli. Bunlarda şöyle:
Bal, çeşit çeşit madeni tuzlar, zerre halinde demir, bakır, manganez, potasyum, sodyum, fosfor, protein ve vitaminlerle emsalsiz bir gıdadır. Diyabetik hastalar şeker yiyemedikleri halde bal yiyebilmektedirler. Bal bilhassa çocukların dişlerinin ve kemiklerinin kuvvetli olması için en lüzumlu bir maddeyi; kalsiyumu ihtiva eder.
Tarlalardan nektar taşıyan işçi arılar, kovanda oturan arıların ağızlarına bu yüklerini devretmektedirler. Bu hayvancıklar da dillerini içeri, dışarı sokup, çıkararak nektarların suyunu tebahhur ettirmekte, geri kalan kısmına şekeri levulase ve dextrose’e tahvil eden enzimi ilave etmektedir. Sonra bu mahlûl ile petekleri doldurmakta, üzerlerini de ince bir tabaka mum ile kapamaktadırlar. Petekler içindeki mahlûlde bulunan enzimler faaliyetine devam ederek birkaç hafta içinde değerli gıda balı meydana gelmektedir.
Arılar çalışkandırlar. Çalışkanlıklarıyla çiftçilere de yardımcıdırlar. Arılar çiçekleri dölleyerek yaptıkları büyük hizmetleri dolayısıyla çiftçilere sağladıkları kazanç, bal istihsalinin kıymetinin tam otuz mislinden fazla olduğu yine uzmanlar tarafından belirtilmektedir.
Arıların azaldığı, neslinin tükenmeyle karşı karşıya olduğu kamuoyunda yaygın bir tartışma konusu. Arıların azalmasında endüstriyel üretim tarzının böcek öldürücü ilaçlarının etkisinin her şeyin önünde olduğu bilinen bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır.

Tarım İlaçlarının Ölümcül Etkileri

YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ

GDO soyanın etkileri, gıda ve tarım ilaçlarının ölümcül birliktelikleri

 
18 Nisan 2012 Çarşamba 09:06
Tarım ilaçlarının içerisinde ot ilacı glifosat özel bir öneme sahip, bunu geçen haftalarda da anlatmıştık. Bunun en önemli nedenlerinden biri glifosatın genetiği değiştirilmiş tarımın ana girdilerinden birini oluşturmasıdır. Bu ilaca dirençli soya üretimi aynı aralıkta ne kadar arttı bilinmez, ancak 1996-2006 arasındaki dönemde dünya glifosat tüketimi tam 19 kat artmış. Bugün ülkemize ithalatına izin verilen GDO soya ve mısır soylarının büyük çoğunluğu glifosata dirençli türlerden oluşmakta ve daha çok hayvan besiciliğinde kullanılmakta. Glifosat GDO tarım dışında zararlı ot mücadelesinde yine yaygın olarak kullanılıyor. İlacın ana maddesinin güvenliliği konusundaki araştırmalar çok ciddi bir zehirlenme yaratmadığını göstermiş. Ancak gözden kaçırılan bir durum var, o da ilacın sulandırılma biçimi ve uzun dönem etkileri. "Sürfaktan" adı verilen maddeler ilacın otun içine işleme oranını kat be kat değiştirebiliyorlar. Bu nedenle etken madde özellikle memeliler için pek zehirli görülmese bile, uygulama biçimi ve yıkım ürünleri çok daha fazla belirleyici. Örneğin Fransızların yaptığı bir araştırma, ilacın değişik formülasyonlarının insan plasenta (bebeği anneye bağlayan ara-yüz), böbrek, embriyo ve yeni doğan göbek bağı hücreleri için zehirli olduğunu göstermiş. Bu araştırmada kullanılan dozlar ilacın normal uygulaması sonrasında bitki ve hayvan yemlerinde bulunabilecek olası kalıntı düzeylerinin de altında. Görülen o ki, ilaç tek başına zehirlenme yaratmasa da, vücutta parçalanması sonrasında ortaya çıkan bileşikler "birlikte" çok daha zehirli olabiliyor (1).
Bu konuda bir diğer çok önemli çalışma ise Kubek, Kanada'dan yapılmış. Hamile ve hamile olmayan kadınların kan örnekleri ve bebekleri glifosat, glufosinat ve bunların yıkım ürünleri (metabolitler) olan AMPA ve 3-MMPA açısından araştırılmışlar. Glifosat ve glufosinat hamile olmayan kadınların kan örneklerinde saptanmış. Buna karşılık 3-MMPA ve bir başka GDO teknolojisi göstergesi CryAb1 ise hem hamile olmayanlarda, hem hamilelerde ve hem de bebeklerde kalıntı olarak belirlenmiş (2). Ot ilaçları kullanılan tarım bölgelerinde bu tür sonuçlarla karşılaşılsa "rüzgarla uçarak maruz kalındığından" söz edilebilir. Ancak Kanada'nın bir şehrinde bu saptandığında olası kaynağın meyveler bile değil, yenilen GDO gıdalar olduğunu kabul etmek zorundayız. Glifosat ve benzeri ot ilaçları bugün ülkemizde de meyve bahçeleri dahil yaygın olarak atılıyor. Tavuk üretiminde GDO soya (tamamı) ve hayvan besiciliğinde GDO mısır (kısmen) işlenerek elde edilen yemler giderek daha yaygın olarak kullanılıyor, bunu biliyoruz. Ancak bizim ülkemizde kan örneklerinde yapılmış bilinen bir araştırma yok, durumun vatandaşın dokusunda ne kadar yansıdığı o nedenle açıkta kalıyor.
GDO soyanın besleme değeri normalinden farksız, endüstrinin talebi o yüzden tutarsız
Bu konuda bir başka çalışmadan da bahsetmemiz gerekli. Çünkü bu çalışma farelerde yürütülmüş olsa da, normal soya, GDO soya ve kontrol yemlerinin aort üzerindeki etkilerini araştırmış. Soyadan hazırlanmış yemler, GDO olsun ya da olmasın, hayvanların yağ dokusu geliştirmelerini önlüyorlar, bunun da nedeni bilinmiyor. Ancak bir diğer etki var ki, o da soyadan hazırlanmış yemlerin aort damarı üzerindeki etkileri, bu yemler aortun gelişimini zayıflatıyorlar, cidarda bir incelme meydana geliyor (3), halbuki normal yemde sorun yok. Bu araştırmanın ne yazık ki bir zayıf noktası var, ot ilacı kalıntılarını dikkate almamış. O nedenle etkilerin soyanın mı, yoksa üretim sırasında içinde kalan tarım ilacı kalıntının mı sonucu olduğu açıkta kalıyor. GDO'lu tarım konusu karmaşık görünüyor.
Burada bir açıklama daha yapmak zorundayız, GDO'ların ülkemize girişinin "endüstrinin talebiyle" gerçekleştiği giderek daha fazla belirginleşiyor. Dünyadaki soya üretiminin çoğu GDO teknolojisine dayanıyor. Peki, hayvan çalışmalarında besleyici bir fark yokken, neden endüstrinin talebi bu yöne kayıyor? İşte bir sonraki aşamada bu özel talebi de iyi anlamalıyız.
Türk Hematoloji Derneği'ne soruyoruz: "Dikkat lenfoma çıkabilir" kampanyasını neden yaptınız?
Kanser özellikle ülkemizde, ama genelde bütün endüstrileşen ülkelerde ciddi artış gösteriyor. Bu artış bütün tümörler için geçerli değil. Özellikle artan kanser tipleri tiroid, meme, karaciğer ve böbrek tümörleri. Tiroid ve meme tümörlerinin görülme yaşları yirmilere kadar indi. Artan bir grup daha var ki o da B-hücreli lenfomalar, oysa Hodgkin hastalığında böyle bir değişiklik görünmüyor. Şimdi gelelim iki hafta önceki meseleye, Türk Hematoloji Derneği 2007 yılında bu konuda bir kampanya düzenledi. Lenfomanın tedavi edilebilir bir hastalık olduğundan dem vurarak, "ağrısız bezeler, sebebi bilinmeyen ateş, gece terlemesi, kilo kaybı, yorgunluk" şikayetleri olanların doktora başvurmasını istedi. Oysa lenfoma bir tüberküloz, bir ülser gibi zaman zaman belirtiler verip, beri yanda sinsi kalmayı sürdüren bir hastalık değildir, doğal seyrinde hastayı doğrudan doktora yönlendirir. Dolayısıyla "bilinçlendirme-tarama-erken tanı" ekseninde düşünülecek olursa, lenfomalar bu kapsama girmez. Dahası hastalık bazen ele gelen lenf bezlerinden değil, karın ya da göğüs kafesi içindeki lenf bezlerinden başlar. Bu durumda söz konusu belirtiler çok daha geç ortaya çıkar. Derneğin neden böyle bir ilan verme yolunu seçtiğini doğrusunu isterseniz o zaman anlamamız mümkün olmadı. Bu kampanyayı eleştirmiştik, oysa bugün bakıldığında bu arayışın karşılığını bulduğunu görüyoruz. İşte o nedenle Türk Hematoloji Derneği'ne soruyoruz, "siz bu araştırmayı hangi bilimsel temele dayandırarak yaptınız?" Bu sorunun cevabı çok önemli, zira artan kanserler belli, aynı mantık bunlar için de geçerli olursa, buradan olası kanser yapıcı etkenin ne olduğuna erişebiliriz. Tarama yapmanın hiçbir mantığı olmayan bir kanser türünde böyle bir isabetli bir sonuç elde edildiyse, belli ki bizim okuduklarımızdan başka bir bildikleri de var. Bakalım öngörülerini nasıl açıklayacaklar.

Kaynaklar: (1) Benachour N, Seralini GE. Glyphosate formulations induce apoptosis and necrosis in human umblical, embryonic, and placental cells. Chemical Research in Toxicology 2009; 22: 97-105). (2) Aris A, Leblanc S. Maternal and fetal exposure to pesticides associated to genetically modified foods in Eastern Townships of Quebek, Canada. Reproductive Toxiclogy 2011 (Article in Press). (3) Daleprane JB, Chagas MA, Vellarde gC et al. The impact of non- and genetically modified soybean diets in aorta wall remodeling. Journal of Food Science 2010; 75: T126-T131. (4) Dizdar Y. İlanla lenfoma hastası aramak ne kadar mantıklı? DÜNYA Gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 15.09.2007.

Organik Çilek Yetiştirmek Daha Etkili

PLoS ONE dergisinde yayınlanan bir çalışmaya göre, bilinen geleneksel yöntemlerle yetiştirilen çileklere kıyasla organik çiftliklerinde üretilen çilekler daha az kusurlu ve daha çok verimli.
İsveç Lund Üniversitesi’nden Georg Andersson tarafından yürütülen araştırmada klasik tarım ile organik tarımın etkileri karşılaştırılmış.
Ekip, organik tarımla üretilen çileklerde tozlaşma başarısının arttığını keşfetti ve bu artışa polen taşıyan böceklerin bolluğunun ve/veya çeşitliliğinin çok olmasının neden olabileceğini ileri sürdüler.
Araştırmacılar ayrıca normal tarımdan organik tarıma geçişte çileklerde görülen bu verimin iki ile dört yıl içinde görülebileceğini belirledi. Yani, organik tarım uygulamaları benimsedikten sonra, bu tozlaşmada görülen artıştan önce olan duraklama evresi önemli olmayacak kadar kısa bir süre.
Çalışmanın sonuçlarına göre, sürdürülebilir tarımda önemli bir gelişme olan tozlaşma verimliliği organik tarımla artırılabilir. Dr. Andersson, ‘tozlaşmanın ölçülmesi tarla kompozisyonu, toprak çeşiti ve tozlaşma başarısını etkileyen diğer faktörlerden bağımsız olarak yapıldı.’ dedi.

Ayrıntılı bilgi için;


Polonya Monsanto'yu Ülkesinden Kovdu

GDO devi Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş“MON810″ adıyla tescilli mısır polenlerinin zaten azalan arı nüfusu üzerinde yıkıcı bir etki yaptığını belirlediklerini belirten Polonya Tarım Bakanı Marek Sawicki, “Hem insan sağlığını hem de arı nüfusunu tehdit eden GDO’lu ürünler üzerinde tam ve kalıcı bir yasağı başlatacağız” dedi.
Polonya Tarım Bakanlığı, Monsanto’nun ürünlerine yönelik tam ve kalıcı bir yasak uygulamayı koyması yaşanan biyo-korsanlığa karşı mücadele eden çevrelerde memnuniyetle karşılandı.
Gelişmelerden büyük memnuniyet duyduğunu açıklayan Polanya Doğa Derneği, Tarım Bakanı Marek Sawicki’e teşekkür etti.
Monsanto tedirgin
AB dönem başkanı Danimarka’nın orta yol önerisinin yedi AB ülkesinde reddedilmesi üzerine, ülkesinde Monsanto’yu istemediği açıklayan Fransa ve Macaristan gibi ülkelere Polonya’nın da katılması biyoteknoloji şirketinin tedirginliğini arttırdığı belirtiliyor.
Polonya yasakladı, Türkiye’de serbest
Polonya’nın tehlikeli bulup yasakladığı biyoteknoloji devi Monsanto’nun MON810 mısırın Türkiye’ye girişine izin veriliyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Biyogüvensizlik Kurulu tarafından izin verilmesi üzerine Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesi, Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR) ve Yumurta Üreticileri Merkez Birliği (YUM-BİR)’in tarafından MON810 GDO’lu mısırı Türkiye’ye de ithale devam ediyor.
Çiftçi davayı kazandı
Fransa’nın Lyon kentinde tahıl yetiştiricisi Paul François’un ürünlerinin hafıza kaybı, baş dönmesi gibi nörolojik sorunlara neden olduğu iddiasıyla açılan davayı kazandı. Mahkeme zararın tespiti için bilirkişi görevlendirdiği açıklandı. Öte yandan Hindistan’da da çok sayıda çiftçi tarafından Monsanto aleyhine korsanlık davaları açıldığı belirtiliyor. (Gıda Hareketi)

Alternatif Enerji


İzlanda’daki yanardağın lavları boruyla Londra’ya gelecek, evleri ısıtacak


LONDON – İki yıl önce püskürttüğü lavlarla Avrupa’da uçuşları durdurarak büyük kaosa yol açan İzlanda’daki Eyjafjallajökull Yanardağı’nın magmasından yararlanarak İngiltere’nin ısıtılması planlanıyor.
La Stampa gazetesinin haberine göre henüz plan aşamasında olan 12 milyar euroluk jeotermik santral projesiyle denizin altına döşenecek 1500 kilometrelik kablolarla İngiltere’ye enerji sağlanacak. İlk aşamada 5 milyon Londralı 2021 tarihinden itibaren ucuza ısınabilecek.
Hürriyet’ten Reha Erus’un haberine göre gelecek ay projeyi konuşmak için İzlanda’ya gideceği açıklanan İngiltere Enerji Bakanı Charles Henrdry, yanardağın altına kurulacak jeotermik santralden elde edilecek enerji akımının deniz altından kablolarla Atlantik Okyanusu’ndan ve Norveç’in Kuzey Denizi’nden geçtikten sonra İngiltere’nin başkenti Londra’ya ulaştırılacağını söyledi. Ayrıca, 2025 yılı sonunda yine yer altı kablolarıyla Hollanda, Belçika ve Fransa’ya “magma enerjisi” verilecek. İzlandalı ekonomist Valadimar Arman, “Biz yer sarsıntıları, depremler ve lavlarla yaşamaya alıştık. Jeofizik doğası artık bizim bir parçamız oldu. Ancak ülkemiz boşa giden jeotermik enerjisinden hem para kazanmak hem de başkalarına faydalı olmayı istiyor. Malum ülkemiz büyük bir ekonomik kriz geçirdi ve geçirmekte” dedi.
Sıcaklığı 1300 dereceye kadar çıkan eriyik kayaların oluşturduğu magmaya bağlanacak yeraltı jeotermik santralı, üç aşamada enerji akımına dönüştürülecek. Jeotermik sondajın yapıldığı bölgenin üzeri kayalarla kaplanacak. Altında magma toplama depoları bulunacak ve su geçirmez bir madde ile üzeri örtülecek. Magmanın ısısı bir kaynaktan geçilerek soğuk yağmur suyunun bulunduğu üçüncü bir depoda şoklandırılacak ve akım kablolarına şarj olarak enerjiye dönüşecek. Buradan da denizaltından kablolarla İngiltere’ye ulaştırılacak.

Termik Santral Öneren Bir İklim Değişikliği Planı!- Mehveş Evin



Küresel iklim değişikliğiyle mücadele için hükümetimiz geçen yaz bir ‘İklim Değişikliği Eylem Planı’ açıkladı. Yapılmış olması gereken işleri sıralayan bu plana göre, karbon salımları bırakın azalmayı,   dörde katlanabilir
Türkiye, her ülke gibi küresel iklim değişikliğiyle mücadele etmek için bir strateji hazırladı. Hazırlık sürecine, 350 Ankara destekçilerinden Tüketici Dernekleri Federasyonu (Tüdef) ve Tüketici Koruma Derneği (Tükoder) Ankara şubesi katıldı…
Ve İklim Değişikliği Eylem Planı, kısaca İDEP geçen yaz açıklandı. Ancak adı geçen sivil toplum örgütleri, İDEP’te görüşlerinin hiçbir şekilde dikkate alınmadığını söylüyor.
İDEP’in ne olduğunu, Tüdef, Tükoder, Odtü MD, Afsad ve PAB imzalarıyla bakanlık ve kamuoyuyla paylaşan grup, bu haliyle İklim Değişikliği Eylem Planı’nın iklimi korumadığını, aksine öldürdüğünü savunuyor:
Talep varsa yaylı sistem yaparız!
1 İDEP, ulusal ve detaylı hiçbir hedef vermiyor: 140 ülke Kopenhag Uzlaşması çerçevesinde hedeflerini ve projelerini ortaya koydu. Türkiye, daha bitiremediği planda hiçbir sera gazı azaltım hedefine yer vermiyor.
2Varolan hedefler, tamamen iklimi öldüren hedefler: Planda 2023 için bütün kömürlerimizi yakacak santral, bütün dereleri yok edecek baraj hedefleri gibi hedefler yer alıyor. Düşünsenize… Termik santraller, iklim değişikliğinin başlıca sorumluları arasında!
3 Önerilen eylemler, asıl işlerin engellenmesi için: Örneğin “Tramvay, hafif raylı sistem ve metro alternatiflerinin, bu teknolojilerin gerektirdiği yolculuk talebinin var olması durumunda değerlendirilmesi” gibi bir eylem, 2020 hedefiyle planda yer alıyor!
Faturası tüketiciye çıkarılıyor
4Eylemler, iklim değişikliğinden etkilenecek tüketicilere fatura ödetmeyi hedefliyor: Örneğin ‘Çevre Tüketim Vergisi’nin yükseltilmesi eylem olarak konulmuş, ancak bu kaynağın neden atık yönetimine gitmediği konu edilmemiş… Benzer şekilde, ‘Demiryollarında yük taşımacılığında özel sektör payının arttırılması’ gibi tüketici için özelleştirme politikaları yer alıyor.
350 Ankara, ‘Hepimizin meselesi, iklim meselesi’ başlığıyle yayımladığı yazıda şöyle diyor:
“2,5 yıl içinde, 300 bin dolarlık dış finansman ile Çevre ve Orman Bakanlığı ve UNDP tarafından yapılan plan kabul edilebilir değil. Bilim, küresel sera gazı salımlarının 1990 yılına göre 2050’ye kadar yüzde 90 azaltılması gerektiğini söylüyor. Ancak Türkiye, kendi salımlarını şimdiden ikiye katladı. Bu planla, salımları 2020’de dörde katlayacağız.”
YEŞiL DEMOGOJi
- Orman ve Su İşleri Bakanlığı yaptığı açıklamada, elektrik dağıtım kayıplarının yüzde 8’e indirilmesi, vahşi depolama alanlarının kapatılması, kamu binalarına enerji tüketiminin yüzde 20 azaltılması gibi eylemlerin 2023 yılına kadar yapılması hedefleniyor.
- Normalde olması gereken eylemlerin, iklim için yapılıyormuş gibi gösterilmesini sivil toplum, ‘yeşil demogoji’ olarak yorumluyor. Mesela elektrik dağıtım kayıplarını indirmek için neden 2023 bekleniyor? Bunu zaten hemen yapmak gerekmiyor mu?
- Benzer şekilde, kamu binaları enerji kullanımını yüzde 20 azaltmak, vahşi çöp sahalarından kurtulmak içinde 2023’e kadar beklemeye gerek yok…
- 350 Ankara haklı olarak soruyor: “Elektrik dağıtım kayıplarının halkın ödediği, kamu binalarının enerjiyi verimsiz kullandığı, atıkların geri dönüşümü, azaltımı ve tekrar kullanımı politikalarınınsa hedef olmadığı bir planı kabul etmemizi mi istiyorlar?”