Organik Besinleri Satıldığı Pazarlar Listesi






Organik beslenin, korkmayın!

29 Mart 2012





Son iki gündür medyada yer alan Türkiye’den ihraç edilen biber, üzüm ve armutta bulunan yüksek orandaki tarım ilaçlarından bahsediliyor. Bu tür kötü haberlerin tüketiciyi uyandırmak açısından yararlı olduğunu düşündüğümü belirtmeden geçemeyeceğim. Organik ürünlerin önemini belki biraz daha anlayabilmek açısından ve tüketiciyi sağlıklı gıdaya yönlendirmek için motive edici bir haber olduğuna inanıyorum. Elbette haberin içeriği çok fena, sebzemizde meyvemizde GDO yok belki ama tarım ilaçlarının varlığı da azımsanmayacak derecede tehlike saçıyor. Siz siz olun, evinize soktuğunuz, ailenizin boğazından geçecek gıdayı özenle seçin. Bunun bir yolu eğer kendinize bir bostan yapabilecek şansınız varsa, kendi gıdanızı üretmek; yoksa bir diğer seçenek de organik gıdala tüketmek. İstanbul’un çeşitli semtlerinde farklı günlerde kurulan organik pazarlardan bu ürünlere ulaşabilirsiniz. Hem de sanıldığının aksine gayet uygun fiyatlarla sepetinizi doldurabilirsiniz. Yardımcı olmak açısından size organik pazarların listesini sunuyorum...



Salı

Beylikdüzü, Buğday Derneği’nin %100 Ekolojik Pazarı, adı; “Beylik Pazarı”

 Çarşamba

1. Selamiçeşme Özgürlük Parkında Ekolojik Üreticiler Derneği tarafından düzenlenen pazar,

2. Mecidiyeköy Profilo AVM’de “Profilo Organik Pazarı”

Cuma

1. Bakırköy Airport Outlet Center AVM otoparkında Buğday Derneği’nin %Ekolojik Pazarı

2. Kanyon, Levent

Cumartesi

1. Zeytinburnunda Merkezefendi Cami Mevkii Ekolojik Üreticiler Derneği,

2. Feriköy Buğday Derneği %100 Ekolojik Pazar

 Pazar

1.Maltepe’de Ekolojik Üreticiler Derneği

2. Kartal’da Buğday Derneği %100 Ekolojik Pazarı,

3. Mecidiyeköy’de Profilo AVM’de


Pazartesi ve Perşembe günlerinde Pazar kurulmuyor.


Pestisitsiz Gıda-Greenpeace Almanya


Pestisitsiz Gıda: Meyve ve Sebze için Alışveriş Rehberi (İngilizce)

Rapor - 27 Mart, 2012
Greenpeace Almanya tarafından hazırlanan "Meyve ve sebzeler için alışveriş rehberi" adlı rapor, marketlerde yüksek oranda kimyasal ürün yani pestisit içeren gıda maddelerine dikkat çekiyor.
Tüm dünyadan ihraç edilmiş meyve ve sebzeler üzerinde yapılan bu araştırma, Tayland, Hindistan, AB ülkeleri ve Türkiye'de yetiştirlen bazı ürünlerde normalin üzerinde kimyasala rastlandığına işaret ediyor.  



Meyve ve Sebze için Alışveriş Rehberi (İngilizce)

Tan Morgül Sordu Defne Koryürek Cevapladı(Uzunçorap.com)



Defne Koryürek: ‘Haz’la ‘hız’ bir arada olmaz

28 Mart 2012 - Yazar: Tan Morgül - Kategoriler: GenelYazarlar




Tan Morgül: Fikir Sahibi Damaklar’ın hikâyesiyle başlayalım…

Defne Koryürek: 2002 yılında kriz günlerinde ben mutfak idare eden bir aşçıyken, sektörün içerisinde dayanışacak, gıda meselesini konuşacak hiçbir dostun, ahbabın, derneğin, grubun olmadığını fark ettim. Sektörden birlikte ahbaplık etmeyi seven 20-22 kişi bir araya gelerek, Fikir Sahibi Damaklar adıyla bir masa toplantısı başlattık.

Konu başlıklarınız nelerdi?

Aslında bütün derdim, insanların birbirlerine dertlerini sakınmadan açabilecek kadar yakın olmaya başlamalarıydı. 2002 öncesi durum biraz dardı, kimse ser veriyordu sır vermiyordu. Kendi küçük grubumuzu kurarsak, ne olup ne bittiğine ilişkin belki ikinci bir adımı atabilirdik. Aslında ben biraz kendi dertlerimden, biraz da sağduyuyla göle yoğurt çaldım, başka hiçbir şey değil,…
Ama ortam hazırmış…

Hayır, hiç işe yaramadı. Ya da o günkü haliyle işe yaramadı diyelim. Biraz yemek yedik, sohbet ettik ama bir şey olmadı.
Hazır değilmiş o zaman.

Ondan sonra Fikir Sahibi Damaklar bir bloga dönüştü, 2004’te. Bir tane de Fikir Sahibi Reçeteler vardı. 2 yıl sonra, 2006’da, Fikir Sahibi Damaklar’ı oluşturan 4 kadın; Zencefil’den Ferda, Kantin’den Şemsa, o zaman Doors’un ortağı olan Ceren, bir de ben… Dördümüz bir arada bir Fikir Sahibi Damaklar mekânı kuralım dedik. Lokanta falan değil ama… Bir mekân kuralım; orada atölyeler yapalım ve gıda konuşalım.
Dernek gibi bir şey mi?

Henüz dernek falan değiliz, blogdan bir adım sonrası. Fikri olan ve ne yapacağına dair mutabakat sağlayamamış dört kadın olarak, çok zorlandık. Üçüncü ayında patladı mesele. Ama ondan tek sayılık bir dergi çıktı. İlk önce masa toplantıları, sonra blog, sonra mekân, mekân derken tek sayılık bir dergi; bu arada benimle birlikte çalışmış olan elemanlarımdan biri Tangör (Tan), Slow Food’un Bra’daki okulu olan Universty of Gastronomical Sciences’a gitti… Tan, aslında ziraat mühendisliği eğitimi almıştı ve aşçı olmak istiyordu. Benim mutfağımdan ayrıldıktan sonra da Mehmet Gürs’ün mutfağına gitmişti. Mehmet’in yönlendirmesiyle buldu okulu, benim Slow Food diye bir idrakım yoktu henüz. Ama Tan’ın oraya gitmesi çok şeyi değiştirdi. Oradan bana sürekli, “Defne Hanım burayı görmeniz lazım, bunun bir parçası olmalısınız” diye haber edip durdu… 2006 yılında da Terra Madre’ye davet etti. Benim Slow Food cemaatiyle, dünya üzerindeki bütün Slow Food’cularla; aşçılar, aktivistler, üreticiler, meraklılar, takipçiler, akademisyenler hepsiyle bir araya gelmem ilk 2006 yılında, Terra Madre’de oldu. Ondan sonra da 2006’yı 2007’ye bağlayan yılbaşında Carlo Petrini geldi ve Türkiye’de bir grup insanla tanıştı. 30 kişiden biri olarak bana da dedi ki, sen bir konviviyum kurar mısın?
O zaman Fikir Sahibi Damaklar (FSD) bir network müydü?

Aynen öyleydi. Bir tür ilişki kurmaya çalışan, gıdadan bahseden, yerellikten bahseden, sürdürebilirlikten bahseden, İstanbul’un yeme-içme sektörünün içerisindeki bütün çatlakları konuşan, bu anlamda hiç kimseyi esirgemeyen ama fevkalade bir küçük gruptu.
Slow Food’u kısaca anlatır mısın?

Kurulduğu zamandan bu zamana kendi içerisinde değişti. Kurulduğu zaman biraz daha benim masa hareketim gibiydi. Masanın etrafında toplanan Avrupalı, hafif sosyalist (hatta kanaatimce sıkı sosyalist) bir erkek grubuydu aslında.
İtalya merkezli?
Evet.
Kaç yılında kuruluyor?

En son 89’da manifestolarını yazıp, Fransa’da ilan ediyorlar ama hareket aslen 86’da başlıyor.
Manifestonun ilk kısmı ne ile ilgili, niyetleri ne?

Manifesto çok güzel. Diyorlar ki; hayat çok hızlı, dünya elden gidiyor, makineleşiyoruz ve bütün bunların içerisinde biz aslında kendimizi kaybediyoruz, dünyayı yok ediyoruz ve bu yok oluş aslında homo-sapiensin yokoluşu. Dolayısıyla biz yeniden aslımıza dönmeliyiz ve ‘haz almayı’ hatırlamalıyız. Çünkü haz, hız içerisinde alınabilen bir şey değil. Haz, emek vermeyi, emek verdiğin bir şeyle zaman geçirmeyi ve onun sonrasına bakmanı gerektiren, yavaşlamanı gerektiren bir şey. Ama bu 86-89 arası, tipik Avrupalı erkek entelektüel hareketi. Hiçbir kadınsı taraf yok bunun içerisinde. Zaman içinde değişti. Mesela, bizim Fikir Sahibi Damaklar çok kadınsı bir hareket, anne bir hareket. Temel vurgumuz; çocuğumun gıdası ve geleceğimiz ne olacak… Hazdan bahsetmiyoruz. Haz zaten çocuğunun mutluluğuyla birlikte gelen bir şey. Son kısımla uğraşmıyorsun, sen spesifik olarak meselenin göbeğine bakıyorsun. O anlamda 89’daki hali daha erkeksi, daha Avrupalı.

Şimdi?

Şimdi öyle değil, şimdi Fikir Sahibi Damaklar’ın ya da Sofya Konviviyumu’nunki gibi, daha aktivist bir usûl benimsenmiş durumda. Bir de hareket çok büyüdü. Eskiden çok daha lokal bir şeydi. İtalya’yı düşün: Federatif halini çok yakın bir zamana kadar devam ettirmiş bir kültüre sahip. Dolayısıyla İtalya için yerel yemek-mutfak, lokal doyabilmek ve lokal ilişkilerini koruyabilmenin kültürel karşılığı bizdeki gibi değil. Venedik’le Roma arasındaki farklılık çok net; “Ben Romalı’yım” diyor adam, “ben İtalyan’ım” demiyor, hiçbiri İtalyan’ım demiyor. Dolayısıyla Slow-Food İtalya merkezli bir hareket olarak lokalliği kültüründen kaynaklanan bir dille konuşuyor. Biz Türkiye’de lokalliği hayatta kalabilmek üzerinden konuşuyoruz. Dolayısıyla 89’la 2012 arasında İtalya’yla, küresel hale gelmiş bir hareket arasında bu anlamda tabii ki farklılıklar oluştu.
Şu anda kaç ülkede devam ediyor?

130. 100 binin üzerinde de üyesi var. Çok büyük bir hareket. Ama güzel tarafı hiyerarşik değil. Merkezi yapılanması yok. Herkes kendi adına çalışma yürütüyor.
Sen buradaki Fikir Sahibi Damaklar’ı nasıl görüyorsun?

Fikir Sahibi Damaklar’ı nasıl gördüğümü söylemek için çok erken, bir şey yaratılırken analizini yapmak ayıptır. Zaten içinde olarak ve kuran olarak konuşmak çok zor.
İstanbul dışında bir yerde var mı?

Hayır, zaten Slow Food’un özelliği itibariyle biz İstanbullu’yuz. Zaten kendi manifestomuzda bunu açık ve seçik söylüyoruz. “Biz İstanbullu’yuz, kentliyiz” dolayısıyla en kaba haliyle tüketiciyi tarif ediyoruz. Biz üreticiysek bile fikrî anlamda üreticiyiz, gıda manasında üreticiliğimiz yok.
FSD ile ilişkiye nasıl geçiliyor?

Sosyal medya ile çünkü o en kolayı. Facebook’ta Slow-Food’un sayfası var. slowfoodturkiye/fikirsahibidamaklar diye bakılabilir. Zaten “Fikir Sahibi Damaklar” diye basit bir Google aramasıyla hem Twitter hem de Facebook adresi bulunabiliyor.
Sizin aslında bir doğal tabanınız da var; ev kadınları. Evde yavaş yemek yapanlar/ yiyenler… Onlar kullanamıyor mu bu imkânı?

Kullanıyorlar. Görünen 14.500, görünmeyenle beraber 18.000 takipçimiz var.
Bunların hepsi orta, orta üstü sınıf değil mi?

Hayır hayır hiç değil. Ama şehirliler çoğunlukta. Bir de yaş ortalaması 25-55 aralığında. Kadınlar daha sıkı takipçimiz.
Peki Fikir Sahibi Damaklar’ın bundan sonraki temel hedefi ne?

Sürdürülebilir hale gelmeye çalışacağız. Yani dernekleşeceğiz. Devam etmekte olan kampanyalarımız var: Balık ve GDO. Bunlar bir süre daha devam edecekler.

Peki balık ve GDO dışında uğraştığınız başka bir alan var mı?

Kafamızı taktığımız şey gıdamız. Balık, ister istemez günün sonunda HES’e dair de konuşmamıza neden oluyor. HES’lere girince elektirik ve oradan da tüm enerji meselesi… Hep birbirleri ile bağlantılı. Niçin HES ile ilgilenenler balık meselesini konuşmuyorlar, bunu merakla izliyoruz. Karadeniz’in herhangi bir suyunun tepesine kurulacak HES’in, o derenin Karadeniz’e döküldüğü alandaki meraya indireceği besinle beslediği balığın, İstanbul’daki lüferin de garantisi olduğunu ilişkilendirmeyen bir çevre hareketini, şahsen, sürdürülebilir görmüyorum.
Yazının Devamı:

Bakan Eker’i kendi belgesi tekzip ediyor



Greenpeace Almanya tarafından yayınlanan "Pestisitsiz Gıda: Meyve ve Sebze İçin Alışveriş Rehberi" adlı rapor ilgili tartışmalar büyüyor. Bakanlık, Greenpeace’i yalanlarken, Greenpeace’de Bakanlığı. Ancak Bakanlıkça Mehdi Eker imzasıyla 2010 yılında yayınlanan bir belge ise Bakan Eker’i tekzip ediyor.

EKER’DEN TEPKİ

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker her zaman olduğu gibi, Greenpeace'in Türkiye'de üretilen bazı ürünlerde ilaç kalıntısı olduğuna ilişkin iddiaların yalanladı. Bu şaşırtıcı değildi ve kabul edilmesini de kimse beklemiyordu.

Bakan Eker, Avrupa Birliği standartlarında uygulanan gıda güvenliği sisteminin her gün bir kademe daha ileriye gittiğini belirten Eker, ürünlerle ilgili bir tek geri bildirim, şikayet almadıklarını söyledi ve açıklamalarına şöyle devam etti :

"O bütünüyle gerçekdışı itham ve iddialar oluşturuyor. Mesela bir örnek vereceğim size üzüm ilgili. 24 tane kimyasal madde diyor. Bağcılıkta kullanılabilen toplam kimyasal madde sayısı en fazla dörttür. Yani onların bile hepsi kullanılmıyor. Bugüne kadar biz Avrupa Birliği ile aramızda bir gıda güvenliği ile ilgili hızlı alarm sistemi var. Üzümle ilgili bir tek geri bildirim, şikayet almış değiliz. Kimsenin Türkiye Cumhuriyeti'nde üretilen, çiftçilerimizin ürettiği alınterinin karşılığı olan ürünlerle ilgili bu tür spekülatif haberler yapmak suretiyle bunları genelleştirmek suretiyle insanların yedikleri içtikleriyle sorunlu hale getirmeye hakkı yok"

EKER BÖYLE DİYOR AMA İMZALADIĞI BELGE AKSİNİ SÖYLÜYOR

Bakan Eker açıklamasında “Üzüm ilgili 24 tane kimyasal madde diyor. Bağcılıkta kullanılabilen toplam kimyasal madde sayısı en fazla dörttür” diyor ancak 2010 yılında Mehdi Eker imzasıyla yayınlanan ve halen bakanlığın sitesinde yer alan “BAĞ Hastalık ve Zararlıları ile Mücadele” başlıklı dokümanda 1300 dolayında kimyasaldan söz ediliyor. Dahası bu belgede; 
a) “AB’ye ihraç edilecek ürünlerde” kırmızı renkle işaretlenmiş kimyasalların, 
b) “Rusya’ya ihraç edilecek ürünlerde” sarı renkle işaretlenmiş kimyasalların,
c) “AB ve Rusya’ya ihraç edilecek ürünlerde” kırmızı renkle işaretlenmiş kimyasalların “kullanılmaması öneriliyor.
İç pazara sürülecek ürünler için ise hiçbir uyarı yer almıyor. AB ve Rusya halkına gösterilen duyarlık ise Türkiye halkı için gösterilmiyor.




Greenpeace'den Eker’in yalanlamalara cevap

Bu yazı, Greenpeace Almanya’nın 26 Mart 2012 tarihinde yayınladığı “Pestisitsiz Gıda: Meyve ve Sebze İçin Alışveriş Rehberi” raporuna yönelik gelen tepkilere Greenpeace Akdeniz’in cevabıdır.

26 Mart 2012, Pazartesi günü Greenpeace Almanya tarafından yayınlanan "Pestisitsiz Gıda: Meyve ve Sebze İçin Alışveriş Rehberi" adlı rapor Türkiye basını tarafından ilgiyle karşılanırken, Almanya'ya ihraç edilen üzüm, armut ve dolmalık biberin yüksek oranda pestisit içerdiği abartılı bir şekilde manşete çekildi.

Bu haberler üzerine, gerek Bakanlık yetkilileri, gerekse meyve sebze ihracatçıları Greenpeace'i hem yanlış bilgi vermekle hem de Türkiye'ye zarar vermekle suçluyor.

Rapordaki tüm analiz, Almanya devlet otoritelerinin 2009 ve 2010 yıllarında 22.000 ürün üzerindeki denetimlerinin verileri üzerine yapılmıştır. Greenpeace raporu, Türkiye'den ihraç edilen yaş meyve ve sebze üzerine değil, Alman tüketicisinin sofrasına gelen bütün ürünlere yönelik yapılan bir araştırmanın sonucudur. Burada Türkiye'ye yönelik bir alınganlık geliştirmek sorunun kökenini görmemizi engeller. Çünkü raporda Yunanistan'dan gelen kayısı, İspanya'dan gelen mandalina veya Tayland'dan ihraç edilen mangonun ciddi sağlık riskleri oluşturabileceği belirtilmektedir.

Rapordan çıkan en önemli sonuç:

Kimyasal girdilere dayalı endüstriyel tarımın sağlığımızı tehdit ettiği ve kimyasallardan arınmış sebze ve meyveleri en az Almanlar kadar ülkemiz vatandaşlarının da hakettiğidir. Önemli olan çiftçileri tohum ve kimya şirketlerinin insafına terk etmemektir.

Bu rapor asıl olarak endüstriyel tarımın çıkmaza girdiğini ve bize sağlıklı besinler sunamadığını göstermekte. Zaten hem yoğun kimyasal kullanımı, hem de GDO'lar aynı sorunlu tarım politikalarının bir sonucu. Bu raporun amacı üreticiyi suçlamak değil, tüketiciyi bilgilendirmek ve tarımsal politikaların sonuçlarına dikkat çekmektir.

Gelen tepkilerde amacın Greenpeace'e mi yönelik olduğu yoksa Almanya'nın devlet verilerine mi yanlış denildiği anlaşılmamaktadır. Kısacası, amaçlarının üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi olduğunu anlaşılmamakta.

Burada önemli olan tartışma konusu şudur:

Greenpeace tüketicinin pestisit içermeyen, ekolojik ve yerel tarım ilkeleriyle üretilen, organik gıdaya ulaşma hakkının sonuna kadar arkasında. Bu hem Almanya hem de Türkiye için geçerlidir. Umarız veriler Almanya'da olduğu gibi Türkiye'de de açık olur, biz de tüketiciyi Türkiye'de de bağımsız analizlerle bilgilendirebiliriz. 

Çiftçinin kimya şirketleri tarafından nasıl yanlış ve gereksiz kimyasal kullanımına yönlendirildiği ortadadır. Çiftçi, kimya şirketlerinin insafına bırakılmamalı, onları doğru biçimde ekolojik tarıma yönlendirecek destekler geliştirilmelidir.

Bakanlık yetkilileri ve ihracatçılar, sonuca tepki vermek yerine sorunun sebeplerine odaklanmalı ve ekolojik tarımı destekleyen bir sistemi kurmak için çabalamalıdır. Şu anda Türkiye'nin ihtiyacı olan, tarımsal politikalara odaklanmak. Bu raporda dikkate almamız gereken, geç olmadan ülkemizin tarımsal çeşitliliğini ve zenginliğini koruyacak ekolojik tarım politikalarına geçmemiz gerektiği.