Kanser Hastalığının Değişen Özellikleri

YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ

Kanser hastalığının değişen özellikleri, tıbbın "tanımsızlık" dönemi

 
27 Mart 2013 Çarşamba 06:00-Dünya Gazetesi


Biz hepsine " kanser" desek de, kanser olarak adlandırılan tablolar elbette içerisinde derin farklılıklar gösterir. Biz bu farklılıkların bir kısmını fiziksel özelliklerine bakarak söyleriz. Örneğin yağ dokusundan kaynaklanan yumuşak kıvamlı, genellikle cilt altında ele gelen iyi huylu tümörler lipom adını alır, bu sertleşirse liposarkom denen kötü huylu tümörlerden söz edebiliriz. Ancak bize hastalığın seyri konusunda esas yol gösterici kriter patolojik inceleme adı verilen mikroskop altındaki görüntünün analizidir. Bunu yapabilmek için ya tümör cerrahi uygulanarak tamamen çıkarılır ya da küçük örnek alınır. Bu doku örneği daha sonra bir dizi işlemden geçirilir ve çok çok ince kesilerek cama (lam) aktarılıp boyanır. Deneyimli patolog buna mikroskopta bakarak hastalığın doğası hakkında bilgi verebilir, işte sonraki tedaviler de bu bilgi üzerine kurulur. Tıbbın geneli düşünüldüğünde patoloji nispeten yeni bir bilim dalıdır, ancak gerekli deneyimi ve değerlemeyi (validasyon) oluşturacak kadar da eskidir. Dokunun boyanmasında kullanılan yöntemler kimyanın gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır, çoğu boyanın öyküsü aslında tekstil boyalarının geliştirilmesine paraleldir. Son yirmi yılda gelişen "immünohistokimya" (toplumda "renkli boyalar" olarak adlandırılır) ise dokunun kökeni konusunda daha detaylı bilgi sağlar. Diğer boyalarla ayırt edilemeyen pek çok özellik bu boyama yöntemleriyle ortaya konabilir. Bütün bu çabanın ortak amacı hastalığın nasıl seyredeceğinin öngörülmesi ve tedavinin de ona göre saptanmasıdır.
 
"Dokuların değişmesi" patolojinin kliniği destekleyememesidir
 
Gelişim ve işleyiş açısından bakıldığında (bugün her ne kadar ayrı düşse de), patoloji klinik bilimlerin ortaya çıkardığı bir disiplindir. Önceki klinik deneyimin mikroskopik yöntemler kullanılarak cama ve rapora tercüme edilmesine dayalıdır. Günümüzde kanser konusundaki ana sorunlardan biri de işte burada çıkmaktadır. Zira bu satırlarda çok sık dile getirdiğim beslenme alışkanlıklarımızdaki derin değişiklik ister istemez dokularımızı da değiştirmektedir. Oysa tıbbın hastalıklar konusundaki bilgisi ve patolojinin bunların mikroskop altındaki görünümüne dair düşüncesi hep eski verilere bağlıdır. Dolayısıyla insan vücudunun mikroskopik değerlendirmesi de bu disiplin kurulurken ve ilk analizler ortaya konduğundaki beslenme özellikleriyle bire bir ilişkilidir. Peki beslenme özellikleri bu kadar derin değişiklik gösterirken, dokuların hiç değişmeden kalabileceğini nasıl varsayabiliyoruz, esas sorun buradadır. Çok fazla örnek dile getirdim ama yeniden hatırlatayım, uzun raf ömrüne erişmek kaygısıyla ortaya çıkan içerik değişiklikleri, koruyucu maddeler, katkılar bunların sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Değişiklik elbette bir kez tüketmekle ortaya çıkmaz, ama bütün beslenme sisteminin bunun üzerine oturduğunda kollajenin eksik kalmasından ya da şekerle bağlanmasından tutun (Maillard reaksiyonu), bağırsak florasındaki değişikliklere kadar bir dizi bilinmezin içerisine düşersiniz. O noktada artık patoloji içinden çıktığı klinik deneyimle örtüşmez hale gelebilir ve ne yazık ki bu durum gerçekleşmektedir.
 
Tümörlerin sinir-salgı yönüne kayması, tablonun GDO mısırı çağrıştırması
 
Bir patolog baktığı mikroskopik görüntüyü değerlendirmekte genellikle zorlanmaz, zorlanırsa da bunu raporun altına eklediği açıklamalarla belirtir. Ama görüntü ve klinik tablo örtüşmez hale geldiğinde "tıbbın tanımsız kaldığı boşluk" ortaya çıkmaya başlar. Patolog "taşlı yüzük hücreli mide kanseri" derken elbette öğrenmiş oldukları üzerinden karar vermekte, hasta ve klinisyen açısından çok zor bir süreci tanımlamaktadır. Ama hastanın hiçbir sorunu yoksa, kilo vermiyorsa, iştahı da gayet yerindeyse ister istemez tanı ve klinik arasındaki bir uyumsuzluk durumundan şüphelenirsiniz. Sorun bunun nasıl üstesinden geleceğinizdedir; deneyim ve iç görünüze güvenip olabildiğine ılımlı bir tedaviyi mi seçeceksiniz, yoksa en ağır tedavilere mi girişeceksiniz? Aklınız ikincisini, hissiyatınız birincisini söylediğinde ne yapacaksınız? Bugün için kanser alanında girdiğimiz en önemli açmazlardan birisi işte budur. Dokulardaki değişikliği genel olarak "sinir-salgı dokusu özelliklerine kayma" (nöroendokrin diferansiyasyon) olarak görüyoruz. Bunun marker (kandan bakılan tümör belirteci) karşılığı ise "nöron spesifik enolaz (NSE)" değerlerinin toplumun genelinde (baktırdıklarımın çoğunda yüksek çıktı) sınır değerin üzerinde çıkmasıdır. İşin daha tedirgin edici yanı, bu değişikliklerin Seralini'nin GDO mısır yedirttiği farelerden elde ettikleriyle benzerlik göstermesidir (1). Üstelik bu mısır ülkemizde de yem olarak kullanımı serbest NK608 GDO mısır denemesidir.
 
Kaynaklar: (1) Seralini GE, Clair E, Mesnage R et al. Long term toxicity of a Roundup herbicide and Roundup-tolerant genetically modified maize. Food and Chemical Toxicology 2012; 50: 4221-4231.
Kaynak:http://www.dunya.com/kanser-hastaliginin-degisen-ozellikleri-tibbin-tanimsizlik-donemi--151511yy.htm

Genetiği Değiştirilmiş Somon Geliyor.

Genetiği Değiştirilmiş Somon Geliyor!

GD somon şema
Yıllardır ABD’de basınında (Frankeisten ve İngilizce balık kelimesinde türetilmiş) “Frankenfish” olarak bilinen genetiği değiştirilmiş somonun ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmasına kesin gözüyle bakıldığı bu günlerde, GDO’lu ürünlerin etiketlemesinde cesur bir adım atan Whole Foods’un da dahil olduğu birçok süpermarket zinciri bu ürünü satmayacaklarını beyan etti.
17 yıldır AquaBounty Technologies of Massachusetts tarafından geliştirilen, patentli adıyla AquAdvantage somonu, Chinook Pasifik somonunda bir büyüme hormonu geni ve Zoarces Americanus adlı bir tür Kuzey Atlantik yılanbalığından bir tür “antifriz geni” taşıyan bir Atlantik somonu. Bu transjenik AquaAdvantage somonu bu iki gen sayesinde, doğal ve gerçek somondan farklı olarak sadece yazın değil, yıl boyunca büyüme hormonu salgılıyor ve 3 yıl yerine 18 ayda istenilen büyüklüğe erişiyor. Sadece dişileri tüketim için üretiliyor ve kısırlaştırılıyor.
eggsGD somonu piyasa sürmeye çalışan biyoteknoloji şirketi, FDA onayının bu kadar gecikmesinden dolayı, son birkaç yıldır finansal darboğaza girdi ve araştırma fonları ve yatırımcıların katkılarıyla ayakta durmaya çalıştı. Mayıs 2012’de şirketin imdadına bir eski Sovyet oligarkı, Gürcü dolar milyarderi ve eski Ekonomi Bakanı Kakha Bendukidze yetişti. Bendukidze satın aldığı %47.6 hisseyi Ekim 2012’de ABD’li sentetik biyoloji şirketi Intrexon’a sattı. AquaBounty yumurtaları Kanada’da Prince Edward Island’da üretmekte. Yumurtalar daha sonra Panama’ya naklediliyor ve istenilen ve satılabilecek büyüklüğe gelinceye kadar orada büyütülüyor.
AquaBounty’nin FDA başvurusunda ilerleme kaydettiği iki önemli tarih var. Eyül 2010’da FDA biraz tereddütlü de görünse AquaAdvantage somonun tüketim ve çevre için güvenliolduğu kararına vardı. Bu kararın ardından FDA çevreye etkileri hakkında daha derin bir analiz yapacağını belirtti. Aralık 2012’de ise, balığın çevre üzerinde “kayda değer bir etkisi” olmayacağı ve gerçek somon balığını yemek kadar güvenli olduğunu açıkladı. FDA’nin çevre üzerindeki etkileri açıklaması ve araştırmasının sadece ABD’yi kapsadığını ve Panama ve Kanada’daki etkilerini incelemediğini ve bunu çok üstünde durmayarak da olsa belirttiğini, vurgulamalıyız.
Salmon in tanksÇevrecilerin en büyük endişelerinden biri genetiği değiştirilmiş somonun kaçıp, doğaya karışıp, doğaya zarar verebileceği, örneğin Atlantik somonuyla yem ve üremede rekabete girebileceği ya da diğer somon türleriyle karışabileceği. FDA bunun “son derecede uzak ihtimal” olduğunu, balıkların açık okyanusta değil karada üretileceklerini, kaçtıkları takdirde de civardaki suların bu türe fazla sıcak ve tuzlu geleceğinden yaşayamayacaklarını söylüyor. Doğaya kaçıp üremelerine gelince de bunun balıklar kısırlaştırıldığı için –ki hata payı olan bir işlem bu- zor bir ihtimal olduğunu belirtip, vahşi Atlantik somonu dahil, soyu tükenmekte olan türlere bir etkisi olmayacağını iddia ediyor. FDA yanıtları ne yazık ki hep ihtimal hesabı üzerinden.
26 Nisan 2013’e kadar da halkın yorumlarına açık olduğunu belirten FDA, belli ki bu tarihten kısa bir süre sonra GD somonun piyasa çıkmasına izin verecek. Hâlihazırdaki FDA kurallarına göre, onaylandığı takdirde transjenik somon, muhtemelen genetiğideğiştirilmiş bir ürün olarak etiketlenmeyecek yani piyasada diğer somonlarla –çiftlik ve doğal- arasına karışacak.
somonfile
Yeri gelmişken bir parantez açıp, çiftlik somonun zaten başlı başına bir tartışma konusu olduğunu da hatırlamak gerek. Çiftlik somonları (büyük kısmı GDO’lu) mısır, soya ve kanola, tavuk tüyleri ve bağırsakları, yapay renklendiriciler ve insan tüketimi için onaylanmamış ama balık yeminde kullanılan sentetik astaskantin karışımı ile besleniyor. Vahşi somonunOmega-3 Omega-6 oranı kültür somonundan çok daha yüksek (çiftlik somonunda 1:1 vahşi somonda 6-9:1). Dolayısıyla bu oranı düzeltmeye çalışıyorsanız, bunu çiftlik somonuyla başarmanız zor. Öte yandan, çiftlik somonlarının yaklaşık %99’u okyanusta açık okyanusta ağ ağıllarda yetiştiriliyor. Balıkların yemedikleri tüm yemler (GDO’lar, pestisitler, antibiyotikler ve kimyasal katkı maddeleri) ve doğal olmayan dışkıları okyanusa karışıp, çevreyi kirletiyor. İskoçya’dan yeni bir rapora göre, bazı somon çiftlikleri son dört yıl içinde pestisit kullanımlarını %110 arttırmışlar.
Şu anda (2011 verileri) dünyanın en büyük çiftlik somon üreticileri Şili, Kanada ve Norveç olmasının yanında, şu anda transjenik somonu piyasa sürüp ve GD olarak etiketlemeyecek gibi görünen ABD’nin de dünya somon pazarında önemli bir yeri bulunmakta. ABD Ulusal Deniz Balıkçılığı Hizmetleri (NMFS) verilerine göre ABD’nin taze ve donmuş somon ihracatı 2011 yılında 166,000 tona, konserve somon ihracatı ise 50,606 tona ulaştı. Aynı kaynağa göre, 2011’de ABD 929 ton somonu yeniden ihraç etti.
Dolayısıyla, FDA onay verip, GD somon diye etiketlemediği takdirde bu transjenik somonun takibi zor olacağından, bizim sofralarımıza kadar gelebilecek. Ayrıca FDA’nin bu onayı bir ilk olacakGD somonun tüketimine izin vererek diğer transjenik hayvanların gıda piyasasına çıkmalarının yolunu açacak. GD somon şu anda geliştirilmekte olan 35 balık cinsiden sadece biri. Dünya geneline baktığımızda Çin’de transjenik hayvanlara 800 milyon dolarlık özel-devlet yatırımı yapılmış durumda.Hindistan, Yeni Zelanda ve Küba dahil birçok Güney Amerika ülkesinde genetiği değiştirilmiş hayvanlar üretilmekte. Genetiği değiştirilmiş inekler, tavuklar, domuzlar ve diğer balık türleri piyasada yer almak için sıralarını bekliyorlar.
friends of the earth20 Mart 2013’te, Friends of the Earth  ABD’deki süpermarket zincirlerinin GD deniz ürünü satmamaları için bir bilgilendirme ve imza kampanyası başlattı. Siz Türkiye’den de katılabilirsiniz. Slow Food Türkiye / Fikir Sahibi Damaklar’ın Lüfer Koruma Timi, kendi balıklarımızın soylarını korumamız ve ileride ithal balıklara muhtaç kalmamamız açısından da çok büyük önem taşıyor. Katılmadıysanız tam zamanı!
slowfood lüfer

Bal Arıları Yolunu Nasıl Buluyor ?


Bal arıları elektro sensörlerle yol belirliyor
Bristol Üniversitesinde yapılan araştırmada, bal arılarının vücutlarındaki elektro alıcılar sayesindeziyaret edilen çiçeğe yeniden uğramadıkları belirlendi.







Ankara- Doğa Bilimleri Genel Sekreteri Müge Kanayyarım kilogram bal üretebilmek için bir bal arısının 2 milyondan fazla çiçekten bitki özü toplaması gerektiğini belirtti. İhtiyaç duyduklarından fazla bal üreten arıların, bu kadar çok çiçeği gezebilmek için çok emek harcadıklarını dile getiren Kanay, ancak bunu yaparken aynı çiçeğin birkaç kez ziyaretedilmediğini vurguladı.

Kanay, bal arılarının bu ayrımı nasıl yaptığının bilim adamlarının uzun zamandır dikkatini çektiğini ifade ederek, şöyle konuştu: ''Nasıl olur da bir bal arısının ziyaret ettiği çiçeğe bir başka bal arısı uğrayıp, çiçeğin içi dolu mu boş mu diye bakmaz? Arılar, bir çiçeğin dahaönceden ziyaret edilip edilmediğini nasıl bilebilmektedir? Bu sorulara cevap bulabilmek için bilim adamları uzun uğraşlar verdi. Birleşik Krallık'taki Bristol Üniversitesinde uzmanların yaptığı çalışmalar, kafalardaki soru işaretlerini kaldırdı. Üniversitenin yaptığı araştırmanın sonuçları, Nature Dergisinde yayınlandı. Buna göre, bal arıları bu ayrımı yapabilmek için özel bir teknoloji kullanıyor. Vücutlarındaki elektro alıcılar sayesinde aynı çiçek ikinci kez ziyaret edilmiyor.''

Enerji ve zaman tasarrufu

Arıların kanatlarını çırptıkları zaman pozitif elektrikle yüklendiklerini vurgulayan Kanay, bu sayede kanatlardaki elektrostatik kuvvetin mıknatıs gibi polenleri arının üzerine yapıştırdığını anlattı. Kanay, bu elektro alışveriş nedeniyle de bitkinin üzerinde elektriksel temasa dair iz kaldığına işaret ederek, şunları kaydetti: ''Başka bir deyişle çiçeğin üzeri bir elektriksel alanla kaplanıyor. Bal arıları vücutlarındaki elektro alıcılar sayesinde bu izleri görüp algılayabiliyor. Böylelikle ziyaret edilen çiçeğe bir kez daha uğramayarak,enerjiden ve zamandan tasarruf ediyorlar. Daha önceden köpek balıkları gibi canlıların elektro sensörlere sahip olduğu biliniyordu. Arıların da bu elektriksel sinyalleri algılayabildiği ilk kez kanıtlandı.''
 Kaynak: 21/03/2013 Cumhuriyet Gazetesi. http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=405674&utm_source=dlvr.it&utm_medium=twitter

Aşırı Hijyenin Bir Başka Boyutu-Astım ve Alerji Sendromu

YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ

Aşırı hijyenin bir başka boyutu, astım ve alerji sendromu

 
20 Mart 2013 Çarşamba 06:00-Dünya Gazetesi

İnsan vücudunun belli dengeler üzerine kurulu olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Bu sistemin merkezinde anlaşıldığı kadarıyla kan bulunmakta. İnsan aklen bir birey özelliği gösterebilse de, vücut dışarısıyla belli bir denge içerisinde yaşamak zorunda. Vücudu dış dünyaya bağlayan (bilinci bir tarafa koyarsanız) üç farklı ara yüz bulunmakta, bunlar deri, sindirim sistemi ve solunum sistemi. "Moderen" tıp deriyi bariyer, solunumu oksijen, sindirimi ise hammadde kaynağı olarak değerlendirmiş, ancak işleyişe bakıldığında bu kadar basite indirgemek mümkün görünmüyor. Bir kere sistem bir bütün ve birbiriyle ilişkili öğelerden oluşuyor. İkincisi, vücudun ara-yüzlerinin amacı savunma değil, adaptasyon (bu ikisi birbirinden tamamen farklı kavramlar), yaşamın sürdürülebilir olması bu adaptasyona bağlı. Ve üçüncüsü, adaptasyon işleminin önemli bir kısmı vücut tarafından değil, mikroorganizma florası tarafından gerçekleştiriliyor. Söz konusu floranın bir görevi vücuda zararlı olabilecek bakteri vb. hastalık yapabilecek mikroorganizmaların üremesini önlemek. Ancak bu yetersiz kalırsa vücudun bağışıklık (adaptasyon) sistemi görevi üstleniyor ve yabancı olanı vücuda tanıtıyor (bunlara antijen sunan hücreler deniyor, amaç savunmak değil, tanışmak).
 
Antibakteriyel sıvı sabunlara özellikle dikkat.
Bu doğal bakteri örtüsü ciltte, sindirim ve üreme kanalında bakteri kolonileri olarak zaten mevcut, işte bunun korunması gerekiyor. Mikroorganizmaları "vücudumuzu her an işgal etmeye hazır düşmanlar" olarak gösteren endüstriyel mantık ürünlerinin pazara hakimiyetini bu "gözle görünmeyen düşman" mantığı üzerine kurmuş. Bir yandan gıda alanında sterilizasyona varan hijyen hedefliyor ve bunu ambalaja endeksliyor. Dahası mesele sosis, sucuk gibi ürünler olduğunda, "biz bağırsak kullanmadan hijyenik üretiyoruz" diyebiliyor. Oysa sucuğun üretimi fermantasyon üzerine kurulu, bakteri olmadan üretilemez, sucuk değildir. Öte yandan ise ev ortamında yine sterilizasyona varan aşırı bir hijyeni körüklüyor, bu da ister istemez ortamın doğal yaşam için gereken florasını ortadan kaldırıyor. Lakin bu aşırı hijyenin asla kabul edilemeyecek bir sonraki aşaması da var, o da "antibakteriyel" ürünlerin kullanılması. "Elinizdeki bakterilerin yüzde 99'unu yok eder" söylemiyle yola çıkan bu sabunların banyo amaçlı kullanılanları da bulunmakta, halbuki cilt bu, mutfak tezgahı değil. İşin en üzücü yanı, dernekler de buna "sponsorluk" karşılığında alet oluyor, "biz de destekliyoruz" diyebiliyor.
 
"Elim o kadar çok kaşınıyor ki uyuyamıyorum"
Oysa vücudun cilt ara-yüzü hastalık yapan bakterilere karşı zaten doğal bir baskılama özelliği gösteriyor. Antibakteriyel sabunlarla bu örtünün ortadan kaldırılması, dengeyi bozarak alerjik reaksiyonların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir sabah karşılaştığım dolmuş sürücüsü arkadaşımız "hocam elim o kadar çok kaşınıyor ki uyuyamıyorum" dediğinde, heves edip eve antibakteriyel sıvı sabun aldığını öğreniyorsunuz. Kullanımı bıraktırınca kaşıntı da dört günde geçiyor. Nitekim ilişki son derece açık; bunu cilt hastalıkları uzmanları da açıkça ifade ediyor. 
Endüstrinin yaşamımıza pompaladığı mikrop histerisinin gıda ve temizlik boyutunu birleştirdiğinizde ortaya "hijyen hipotezi" olarak adlandırılan çok daha ağır bir tablo çıkıyor (1). Bu tablonun özelliği hijyen konusunda çok aşırıya gidildiğinde ortaya çıkan alerjik bünyeli çocuklar. Dış dünya uyaranıyla hiç karşılaşmadığı için adaptasyon sistemi hep güdük kalan çocuk, bir gün evinin steril fanusundan dışarıya çıkmak zorunda kaldığında bünyesi de ister istemez coşuyor. Bunlar daha çok "çocuğunun oynadığı toprağı mikrop kaynağı olarak gören annelerin evlatları" mıdır bilinmez, ama sterilizasyona varan aşırı hijyen tutkusu tabloya mutlaka eşlik etmekte. Steril gıdaya duçar olan bu zihniyet, peynirin ambalajlısını, sosisin enzimle işlenmiş çakmasını tercih edince; bir de mutfakta, odada ve elbette banyoda kimyasalın hakkını verince; çocuğun adaptasyonunun gelişmesini nasıl beklersiniz? O yüzden buna "hijyen hipotezi" denmekte, astım dahil her şeye karşı alerjik reaksiyonlarla seyretmekte. Kanada başta, en gelişmiş, en arındırılmış ülkelerin "fıstık yiyince ölebilen" çocuklarının ortak sorunudur.
Kaynak: (1) Von mutiur E. Allergies, infections and the hygiene hypothesis - The epidemiological evidence. Immunobiology 2007; 212: 433-439.
Kaynak:http://www.dunya.com/asiri-hijyenin-bir-baska-boyutu-astim-ve-alerji-sendromu-151444yy.htm

RUŞEYM NEDİR? FAYDALARI NELERDİR?

Ruşeym nedir? Faydaları nelerdir? Nasıl tüketilir?


Buğdayın işlenerek una dönüştürülmesi sürecinde özel ayrıştırma işlemleri sonucunda 1 ton undan sadece 1 kilogram elde edilebilr. E vitamini deposu olan ‘‘ruşeym”, gram miktarlarında satılmaktadır.

İngilizcede ”wheat germ” olarak bilenen ruşeym, buğdayın en tepesindeki embriyosudur… Bu madde tohumun üremesini ve çimlenmesini sağlar. Yani buğdayın kalbi ve hayat kaynağıdır.

”Doğanın altın sırrı” olarak sunulan ruşeym, lif değeri yüksek, tokluk hissi veren lezzetli bir besin maddesidir. Dayanıklılık süresi çok azdır. Piyasada 250 gramı yaklaşık 5 TL’den satılmaktadır. Türkiye’de tüketimi çok az ve fazla bilinmemektedir. Avrupa ülkeleri ve ABD’de ise tüketimi oldukça yaygındır… 
Ruşeym her yaş için tüketimi önerilen bir besin maddesidir.


Önemli: 
Yalnızca ”Çölyak Şupru hastaları” ve lif kullanımında sakınca bulunanlar tarafından tüketilmemesi vurgulanmaktadır. Çünkü ruşeym bu hastalıkları tetiklemektedir.


Ruşeym tüketimi: 

Ruşeym, soğuk süt veya yoğurt ile karıştırılabiliyor, taze ya da kuru meyveye ilave edilerek zenginleştirilebiliyor. Çorba, salata gibi yiyeceklerin üzerine serpilerek kullanılabiliyor. Yemek pişirirken baharat yerine vitamin olarak kullanabilecek bu ürün, aynı zamanda dünya mutfağındaki çeşitli yemek tarifleri için tercih ediliyor.

Nelere iyi gelir?

Afrodizyak etkisi:
Ruşeym Doğal afrodizyak özelliğine sahiptir. Yakın zamanda ruşeymden vitamin tabletleri üretimi de planlanmaktadır.

Yaşlanmayı geciktirici etki: 
E vitamininin yaşlılığı geciktirici özelliği ve vücutta hücre zarının dayanıklılığını sağlaması dolayısıyla bağışıklık sistemini destekleyerek kanserin önlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Ruşeym ise E vitami deposudur.

Kalp Sağlığı: 
Ruşeymin koroner kalp hastalığı riskini azaltması, pıhtı azaltıcı etkisiyle kanın akıcılığına, diyabetli hastalarda damar tıkanıklarının önlenmesine yardımcı olabileceği belirtilmektedir.

Sinir Sistemi: 
Ruşeymin sinir sistemi hastalıklarında olumlu etki gösterdiği, gözde katarakt oluşumunu geciktirdiği bilinmektedir.

Kozmetik Amaç:  
Doğanın bu altın sırrı güzelliğe de güzellik katıyor. Özellikle de cilt kırışıklıkları için birebir. Hem kırışmayı önlüyor, hem de azaltıyor.

Kısırlık:  
Buğdayın embriyosu olarak nitelenen Ruşeym, kısırlık tedavisinde etkin olarak kullanılıyor.

Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyeleri de beslenme açısından yararlı olan ruşeymin, her yaşta tüketilebileceğini söylemektedirler.

Özellikle genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan bağışıklık sistemine bağlı bağırsak problemi olan ”çölyak hastaları” ve lif kullanımında sakınca bulunanlar tarafından tüketilmemesi gerektiğine dikkati çeken öğretim üyeleri, kepeğe ve buğday ununa oranla daha zengin olan bu ürünü, bazı firmaların tablet yapma girişiminde.

Yemek pişirirken baharat yerine vitamin olarak kullanabilecek bu ürün, 
aynı zamanda dünya mutfağındaki çeşitli yemek tarifleri için tercih ediliyor.

E vitamininin yaşlılığı geciktirici özelliği ve vücutta hücre zarının dayanıklılığını 
sağlaması dolayısıyla bağışıklık sistemini destekleyerek kanserin önlenmesinde 
önemli rol oynadığı, bu açıdan zengin olan ruşeymin koroner kalp hastalığı riskini 
azaltması, pıhtı azaltıcı etkisiyle kanın akıcılığına, diyabetli hastalarda damar 
tıkanıklarının önlenmesine yardımcı olabileceği belirtiliyor.

Ruşeymin sinir sistemi Hastalıklarında olumlu etki gösterdiği, gözde katarakt 
oluşumunu geciktirdiği, cildi güzelleştirip kırışıklıkları önlediği ve kısırlık tedavisinde etkin olarak kullanıldığını bilimsel çalışmalarla tespit edildiği kaydedilmiştir.

Tohumun ve Yağının Önemi, Ülke Politikaları Vakfı'nın Görevi


YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ

Tohumun ve yağının önemi, Ülke Politikaları Vakfı'nın görevi

 
13 Mart 2013 Çarşamba 06:20-Dünya Gazetesi

Geçtiğimiz haftalarda katıldığımız Bodrum Dereköy Tohum Takas Şenliği'nin hemen ertesinde Maliye eski Bakanı Zekeriya Temizel'in arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Ülke Politikaları Vakfı'nın Söke'de bulunan tohum yağı işleme tesisini ziyaret ettik. Vakıf, ülkemiz için çok önemli olan tohumların çekirdek ve yağlarını tümüyle işlemeyi görev edinerek yola çıkmış. Tohumu bir düşünün; aslında canlının yaşamını bir sonraki kuşağa aktarabilmesi için "tüm donanımı" içeren sıra dışı bileşendir. Biz insanlar olarak, özellikle meyve söz konusu olduğunda, etrafında bulunan tabakayı yiyoruz, bu aslında meyvenin etli kısmı. Ancak var oluşun amacına baktığınızda yediğimiz kısım aslında tohumun koruyucu tabakası (meyvenin früktozdan zengin olması uzun süre bozulmadan kalabilmesini sağlıyor).
 
Çekirdek ise yeni canlı oluşturmaya muktedir bölümü içeriyor, aslında en büyük önem çekirdeğe atfedilmiş. Vakfın amacı işte bu çekirdeğin içerisinde bulunanları insanlara ve ekonomiye hiçbir kayıp olmaksızın kazandırmak. Meyve suyu fabrikalarından gelen vişne çekirdeklerinden tutun, çörek otu tohumu ve ruşeyme varana dek bütün çekirdeklerin son derece değerli yağları çıkartılıyor. Ürünün saf olması amacıyla "sıvı (süperkritik) karbondioksit ekstraksiyonu" kullanan özel bir sistem geliştirmişler. Çekirdekler önce kırılıyor, sonra eleklerden geçirilerek kabuk içindeki kısım ayrıştırılıyor. Daha sonra yağ elde ediliyor. Karbondioksit herhangi bir reaksiyona girmediğinden ve uçtuğundan ürün saf kalıyor. Vişne, kiraz çekirdeklerinin kabukları zemin kaplamasında kullanılabilecek kompozit bir bileşene dönüştürülüyor. Bu ahşap türevi tik ağacı benzeri, dönme (işleme) özelliği olmayan bir materyal ve doğada tamamen geri dönüşebiliyor. İç çekirdeklerin yağ elde edilmesinden sonra kalan küspe ise çok güçlü bir gübreye dönüşüyor. Böylelikle meyve çekirdekleri tümüyle işlenmiş oluyor. Yağların bir kısmından ise geleneksel yöntemlerle (külden geçirilerek) doğal sabun hazırlanıyor.
 
Her sabah bir kaşık ruşeym ve çörek otu yağı, eksiğin tamamlanması
 
Vakfın dokuz kişilik bilimsel danışma kurulu, ürünlerin nasıl hazırlanacağı konusunda belirleyici kararları veriyor. Asıl amaç kozmetik ürün geliştirmek değil. Çünkü sadece ruşeym yağı (buğday embriyosunun özü) kullanılarak hepatit gibi pek çok hastalığın tedavi edilebilmesi mümkün görünüyor. Geçtiğimiz haftalarda tartıştığımız "destek dokusu - işlevsel doku" ilişkisini lütfen anımsayın, hastalığın oluşması, yani virüsün tutunup çoğalması için de elbette uygun zemin gerekiyor. Gıdanın endüstrileşmesinin hedeflediği "uzun raf ömrü" vücudun gerekten beslenebilmesi için çok önemli "bozulabilir unsuru" ortadan kaldırıyor.
 
Bu buğday söz konusu olduğunda ruşeymin ayrılmasını gerektiriyor (çünkü un ruşeymi tamsa artıyor, raf ömrü üç ay). Uzun raf ömrü hiçbir katkı maddesi kullanılmadan aşırı fiziksel işlemle de gerçekleştirilebiliyor (aşırı yüksek sıcaklık ve basınç). Bütün meyve suları, hazır domates püreleri, hepsi aşırı fiziksel işlemden geçiriliyor (mutfakta kapağını açmama (ve akmasına rağmen cam şişe ambalajda "katkısız" diye satılan domates püresi 18. ayını doldurdu, maşallah küflenme bile yok). Bu hayati unsurlar insan ve hayvan vücudunda üretilebilen bileşikler değil, uzun süre eksikliği de hastalıkların tutunabilmesi için uygun zemini hazırlıyor. Mesela verem eskiden iyi beslenemeyen, sosyoekonomik durumu kötü insanlarda görünürdü, günümüzde marketlerin uzun raf ömürlü gıdaları hastalığın ekonomik durumu iyi kesimde de görülmesine zemin hazırlıyor. Benzer şey elbette hepatit için de geçerli. İşte Zekeriya Temizel ve arkadaşlarının çıktığı yol, gıdadan sinsice çekilip çıkarılan bu hayati unsurları bize geri kazandırmayı amaçlıyor.
 
Domates çekirdeğine talep çok, lakin "yasal" domateslerin çekirdeği yok
 
Ülke Politikaları Vakfı ve bilimsel danışma ekibinin hayata geçirdiği Tabia markası ticari anlamda henüz yeni gelişiyor. Ürün eczanelerden talep edilirse getirtiliyor. Dışarıdan en büyük talep ise domates çekirdeği yağı için gelmiş, hatta "hemen peşinat ödeyelim" demişler. Domateslerin çekirdekleri salça üreten fabrikalardan temin ediliyor, lakin çarşıdaki talep evdeki hesaba uymuyor. Çünkü salça fabrikalarına giren domateslerde ya çekirdek yok, ya da çekirdeğin içi tamamen boş. İşte bu durumda Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'na sormamız gerekiyor, dış piyasalardan bile bu kadar büyük talep gelen bizim domateslerin çekirdekleri neden yok? Domates tohumunun kilosu son bıraktığımda 30 bin lira seviyesindeydi, Derken Tohum Yasası geldi, yerli sertifikasız tohumların ekilmesi ve satılması yasaklandı. Peki, bu yasa ve çekirdeksiz domates işinden kim kaybetti, en çok kim kazandı?

Kaynak:http://www.dunya.com/tohumun-ve-yaginin-onemi-ulke-politikalari-vakfinin-gorevi-151361yy.htm