Vandava Shiva’nın GDO Mücadelesi

Vandava Shiva'nın gıda krizi ile mücadelesi...30 Temmuz 2012/Bilgi Çağı
Vandava Shiva’nın GDO mücadelesi
Geçen hafta BBC tarafından  yayınlanan bir habere göre Bill Gates Vakfı, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) araştırmalarına 10 milyon dolar hibe edilmiştir.  BBC[i]’nin haberine göre :
Norwich'teki John Innes Merkezinde, kimyasal gübre ihtiyacını ortadan gidermek amacıyla, bezelye ve fasulye gibi azotu tutabilecek tahıllarla ilgili araştırmalar yürütülecektir. John Innes yetkilisi, araştırmanın Afrika’da gübre satın alamayan yoksul çiftçilere  odaklandığını ama elde edilen sonuçlardan tüm üreticilerin yararlanacağını belirterek, "Gübre üretiminde fosil yakıtlar kullanılıyor ve bu da kirliliğe neden oluyor. Çiftçilerin gübreyi daha az kullanmalarına ya da hiç kullanmamalarına yardım etmeyi umuyoruz" ifadesini kullanmıştır.
GDO araştırmalarının arkasında çevre kirliliği ve yoksul çiftçilerin desteklenmesi olmasına rağmen genetiği değiştirilmiş ürünlerin her geçen gün artan kötü sicilleri karşısında acaba Gates neden sürdürülebilir tarımı desteklememektedir?  GatesVakfı'nın Kustal Olmayan  İttifakları Sizi ve Sağlığınızı Nasıl  Etkilemektedir” başlığı altında  yayınlanan bir yazıda[ii] Dr. Mercola bunun sebebini  Monsanto gibiçokuluslu şirketlerin sürdürülebilir organik tarımdan  kar edememelerinde  mi olduğunu aramaktadır.   Bu bağlamda, GDO karşıtı küresel mücadelenin sözcüsü ve çevre aktivisti Vandana Shiva,  katıldığı bir programda (Bill Moyers ile röportaj[iii]), Gates’i eleştirmekte ve  " bu (yukarıdaki) varsayım ile genetiği değiştirilmiş tohumların daha fazla üretilmesinin  tamamen yanlış olduğunu vurgulamakta ve  Hindistan'dan örnekler vermektedir. Monsanto’nun, genetiğiyle oynanmış pamuk ile dönüm başına  1.500 kilogramlık pamuk iddiası ile yerleştiğini halbuki yapılan çalışmalarda  ortalama verimin 400 kilogram olduğu ortaya çıkmış ve Hindistan hükümeti de bu bulguları onaylamıştır.    Vandana Shiva yaptığı açıklamalarda “Tohum”u fikri mülkiyet ilan eden patent sahibi büyük şirketlerin gıda üretimini tekelleştirdiklerini ifade etmekte ve GDO'lu tohumların güvenliği konusunda tartışmalar sürerken, çevreye olan etkileri, daha pahalı olmaları ve yerel çiftçileri tedarikçilerin borç batağına bağımlı hale getirmelerini de ( Hindistan’da artan çiftçi intiharlarını buna bağlayarak) eleştirmektedir.
Shiva’nın ülkemiz tarımı  için de önem arzeden bazı görüşleri şöyledir:
"Çiftçilerimizin tohumlarına sahip olabilme hakları, yoksul bir ülkede en temel geçim kaynağıdır. Bugün bile dünyada gıdanın %80’i, Hindistan’da olduğu gibi, küçük çiftçiler tarafından üretilmektedir. Hindistan’da küçük çiftçiler 1,2 milyar Hintliyi beslemektedir. “Küçük” olanın ölçeğinin ne olduğunu unuttuk. Çünkü dinozor zihniyetine alıştık. Biz sadece büyük görebiliyoruz. Dinozorların neslinin tükenmiş olduğunu unuttuk.”
“Monsanto[iv] tohumu özelleştirmektedir. Hindistan'da pamuğun % 95'ini, soyanın %90'ını kontrol etmektedir. Dünyadaki tohum şirketlerinin çoğunun yönetimini ele geçirmişlerdir. Her şey tohumla başlar. Siz ve ben de bir noktada tohumduk. Küçücük buzağının İnek haline gelmesi gibi. Tohum hayatın kaynağıdır. Ve hayatın yenilenmesinin de kaynağıdır.”
Shiva, şirketlerin  şöyle bir mantıkla hareket ettiğini ifade etmektedir. : "GDO kullanmak zorunda olmalarının sebebi patent elde edebilmelerinin tek yolunun bu olmasıdır. Patent bir buluşun hak talebidir, yaratanın hak talebi. Herkesi, patentli ürünü kullanmadan, sahip olmadan, dağıtmadan alıkoyar ve bu özel hakkı elde eder." Fikri mülkiyet hakkı talep ediyorlar. Kullandıkları dili değiştirdiler. Tohum artık tohum değil diyorlar. Bir fikri mülkiyettir. Toplumun neyi tehlikeli olduğu konusundaki düşüncelerini değiştirdiler. Tohum besin zincirinin ilk halkasıdır ve bu nedenle tohumu kontrol ederseniz, gıdayı kontrol edersiniz."
Vandana Shiva başka bir yazısında[v]   gıda krizinin, çok daha geniş bir müdahale gerektirdiğine değinmektedir:
Gıda hareketi, tohumdan sofraya, köyden şehire, Güney’den Kuzey’e daha bütünleşmiş hale gelmeli. Gıda sistemimiz üzerindeki şirket egemenliğiyle ve hükümetlerin, şirketlerin tohumumuzu ve toprağımızı, bedenlerimizi ve sağlığımızı iğfal etmelerini durdurmak yerine bunları arttırmadaki rolüyle mücadelede daha güçlü olmamız gerekiyor. Michelle Obama’nın Beyaz Saray’da organik bir bahçesi var, ancak Obama yönetimi, ABD’de ve tüm dünyada genetiği değiştirilmiş organizmaları sahipleniyor. 2005 yılında, ABD-Hindistan nükleer sözleşmesi ile aynı zamanda Başkan Bush ve Başbakan Singh arasında ABD-Hindistan arasında tarım sözleşmesi imzalanırken masada Monsanto, ADM ve Walmart temsilcileri vardı. Gıda sistemimizin gaspı, demokrasimizin gaspıdır.
Gıda demokrasisini; özgürlük ve hayatta kalma mücadelemizin çekirdeğine koymak zorunda olmamızın sebebi budur. Ya bir süreliğine gıda diktatörlüğü olacak ve sonrasında gıda sistemimiz ile toplumlarımız çökecek, ya da dirençli ekosisteme ve dirençli toplumlara dayanan güçlü gıda demokrasileri kurmak konusunda başarılı olacağız. İkinci seçenek için hâlâ bir şans bulunmaktadır[vi].

Terra Madre Balkanlar 29-30 Haziran 2012

Terra Madre BalkansIt would have taken more than the sweltering heat to stop the hundreds of Slow Food delegates that arrived in Sofia over the last few days. For the second year running, from June 29 to July 1, the Bulgarian capital was at the centre of the Balkans’ Terra Madre event, a meeting that annually brings together the Slow Food and Terra Madre networks in the region. For three days, over 150 delegates from more than 10 different countries – including numerous Presidia and food community producers – arrived to discuss, address and recount their own experiences in this corner of Europe, a crossroads of peoples, cultures and religions.

There was a sense of great occasion at the opening conference that focused on the role of civil society in promoting rural sustainable development through the new Common Agricultural Policy (CAP). Participants at the conference included, as well as the delegates, Dr. Paolo Caricato of the European Commission’s Health and Consumer Protection Directorate-General, and Alina Ujupan of Dacian Cioloş’ European Commission Cabinet for Agriculture and Rural Development.

Over the course of the two days of meetings and conferences emerged a strong desire to discuss and find solutions to the many problems that afflict the food communities of this region, all too often at the mercy of national institutions that remain deaf to the needs of small-scale producers and the larger rural community. Terra Madre Balkans was, however, above all a festive occasion, involving eat-ins, roundtable discussions, tastings, sensory educational activities for children and a “Taste the Balkans” market for learning more about and sampling unique products from all of the countries participating in the network: cheeses, jams, distilled spirits, mixed herbs and much more. Among the delegates, there were also many young people present that enthusiastically related their own efforts towards sustainable agriculture and fishing, an example being two young members of the Slow Food office in Istanbul, Burcu Gezeroğlu and Biriçim Ozhuy, active in the campaign to protect the lüfer (bluefish).

Present at the event was Carlo Petrini, the international president of Slow Food, who spoke of plans for a similar event in 2014 that may be held in another regional capital other than Sofia. “We cannot hope to change the food world if we do not seek to understand what is happening on our own doorstep,” he explained. “The Balkans is a part of us and part of Europe. We are facing a momentous challenge: creating a new model of development or resigning ourselves to the disappearance of a wiser, older world”. He continued in this vein when discussing the Ark of Taste, a project of the Slow Food foundation. “Every Balkan country will have to come to Turin with at least 30 new products in the Ark,” he declared, adding, “the Ark of Taste has to be an instrument of public exposure, a photograph of the gastronomic and cultural heritage of each country, a map that allows us to see the threat posed by the erosion of biodiversity”.

For now, all that is left is to wait for the next Salone del Gusto and Terra Madre event. Held in Turin from 25-29 October, the Balkan countries will be in attendance with more than 50 food community and Slow Food Presidia products. Artisanal and mountain cheeses, wines and distilled spirits, aromatic herbs and medicinal plants as well as preserves will be on display for visitors wishing to discover extraordinary biodiversity. For centuries an area of transhumance (seasonal migration of people and their livestock from one grazing pasture to another), the Balkans are a symbol par excellence of conviviality: from the wide range of distilled spirits produced from Anatolia to the Dalmatian Islands, to the unparalleled traditional use by women of aromatic and medicinal herbs and across the pastures and unspoilt forests that serve to produce exceptional fruit jams, compotes and preserves.

-------------

Here is a quick and easy recipe that can be made with Saxon Village Preserves, one of the 11 Slow Food Balkans Presidia that will be available at the Salon of Taste and Terra Madre event being held in Turin in October…

The territory of Siebenburgen, the seven villages of Transylvania that were founded and inhabited for eight centuries by the Saxons, is a sort of lost paradise, now home to Romanians, Saxons, Hungarians and Roma alike. Numerous home-made preserves are produced here, made using locally-grown fruit from gardens or wild berries gathered from the surrounding unspoilt forests.


Romania - Saxon Village Preserves
Gerda’s Fritters


Serves 4

100 g flour
2 large or 3 small eggs
3 tbsps sugar
1 tsp vanilla extract
salt
300 ml sparkling water
extra-virgin olive oil

Preparation and cooking time: 30 minutes


Mix together the flour, eggs, sugar, vanilla and a pinch of salt.
Gradually add the sparkling water, stirring constantly until the mixture is smooth.
Heat abundant olive oil in a frying pan and fry spoonfuls of the batter until golden. Drain with a slotted spoon.
Serve hot or cold, accompanied by Saxon Village preserves.

Discover the Balkans at the Salon of Taste and Terra Madre!
www.slowfood.com


Terra Madre Balkans - Watch the video >> 
 Kaynak: http://www.terramadre.org/pagine/leggi.lasso?id=C274517211370161F9SLCEB6704A&ln=en

Amerika'da Kuraklık Türkiye'yi Nasıl Etkiler? 24 Temmuz 2012



ALİ EKBER YILDIRIM / TARIM DÜNYASINDAN-DÜNYA GAZETESİ

Amerika'da kuraklık Türkiye'yi nasıl etkiler?
Amerika'da son 50 yılın en şiddetli kuraklığı yaşanıyor. Amerika Tarım Bakanlığı'nın açıklamalarına göre, bugüne kadar 29 eyalette 1300 bölge "felaket alanı" kapsamına alındı.
Ülkedeki mısır üretim alanlarının yüzde 69'u soyanın yüzde 66'sı kuraklıktan olumsuz etkilendi.
Amerika'yı kasıp kavuran ve dünyada yeni bir gıda krizinin habercisi olarak kabul edilen şiddetli kuraklık Türkiye'yi nasıl etkiler?
Türkiye'nin tarımsal yapısı hakkında biraz olsun bilgi sahibi olanlar bu kuraklığın çok olumsuz etkileyeceğini de bilir.
Olumsuz etkileri anlayabilmek için genel birkaç bilgiyi paylaşmakta yarar var.
1-Amerika'da yaşanan kuraklık 2007- 2008 yıllarında tüm dünyayı etkileyen kuraklık ve sonrasında baş gösteren gıda krizi ile karşılaştırılıyor. Böyle bir karşılaştırma doğru değil. O yıllarda yaşanan kuraklık sadece bölgesel değil dünyanın birçok ülkesinde etkili olmuştu. Oysa, şimdi kuraklık Amerika'da etkili. Küçümsemek için söylemiyoruz. Amerika'nın dünya tarımındaki ağırlığını biliyoruz. Özellikle buğday, soya, mısır ve pamuk başta olmak üzere dünyadaki önemli tarım ürünleri piyasasını yönlendirdiğini de biliyoruz. Amerika'daki her olumsuzluk dünyaya da olumsuz yansıyacaktır.
2-Gıda krizi nedeniyle 2008'den sonra isyanlar çıktığını, "Arap Baharı" sürecinin de bu şekilde ortaya çıktığını ısrarla dile getirenler var. Bu doğru değil. Arap Baharı süreci çok daha önceden planlanmış ve Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yürüttüğü bir istila hareketidir. Gıda krizi ile doğrudan ilgisi yoktur. Kaldı ki, Amerika'nın amacı bu ülkelere gerçekten demokrasiyi götürmek olsaydı, aç insanları doyuracak gıda stoklarına sahipti. Oradaki amaç başka.
3-Türkiye'nin Amerika'daki kuraklıktan etkilenip etkilenmeyeceğini tartışırken 2007-2008'de Türkiye'de de şiddetli kuraklık olduğunu ve 5 milyar lirayı aşan bir zararın oluştuğunu unutmamak gerekiyor.
Bu yıl Türkiye'de ciddi bir kuraklık yok. İç Anadolu Bölgesi başta olmak üzere bazı bölgelerde ve ürünlerde yüzde 10-15 oranında ürün kayıpları var. Ama 2007-2008'deki gibi şiddetli kuraklık yok. Ülke geneline bakıldığında üretimde ciddi bir düşüş görünmüyor.
İçerideki bu olumlu tabloya rağmen, Amerika'daki kuraklık Türkiye'yi olumsuz etkileyecektir.
Amerika'daki kuraklıktan etkilenen iki temel ürün var. Soya ve mısır.
Türkiye bu iki üründe de dışa bağımlı. Bağımlı olmakla kalmıyor bu iki ürünün önemli bölümünü Amerika ve o bölgeden ithal ediyor. Dolayısıyla kuraklıktan en fazla etkilenen ülkelerden birisi olacaktır. İthalatın faturası büyüyecek.
Son bir aylık döneme bakılırsa bu etkilenmenin boyutları görülebilir.
Haziran ayı başında tonu 565 dolara ithal edilen Amerika soya fasulyesi 17 Temmuz itibariyle 665 dolara ulaştı. Soya küspesinin tonu aynı dönemde 535 dolardan 625 dolara çıktı.
Türkiye, yıllık 2 milyon ton soya tüketiminin ancak 50 bin tonunu içerde üretiyor. Geri kalan 1 milyon 950 bin tonu ithal ediyor. İthal edilen soya gıda, yem ve bitkisel yağ sektöründe kullanılıyor. Amerika'daki kuraklığın soya üretiminde büyük kayba neden olduğu resmen açıklandı. Bunun dünya fiyatlarını daha da yukarıya çekeceği biliniyor. O zaman, Türkiye, ister Amerika'dan ister başka ülkeden soya ithal etsin, mutlaka yüksek fiyatla almak zorunda kalacak. Bu yüksek fiyat yemde, gıdada maliyetlere ve tüketim fiyatlarına yansıyacak. Bugün bile yüksek girdi maliyetleri nedeniyle hayvanını besleyemeyen yetiştirici hayvanına yem alamayacak.
Yemdeki fiyat artışı doğrudan hayvancılığa, et ve süte, yumurtaya ve diğer ürünlere yansıyacak. Üretici zaten yüksek girdi maliyetleri nedeniyle üretim yapamazken şimdi yeni fiyat artışları ile nasıl ayakta kalacak?
Bitkisel yağ ve gıda sektörü de kuraklıktan doğrudan etkilenecek.
Benzer tablo mısır için de geçerli olacak. Mısırda Türkiye'nin dışa bağımlılığı daha az. Bu yıl 4 milyon tonun üzerinde mısır üretimi bekleniyor. Buna rağmen yurtdışından yem sektörü ve bitkisel yağ imalatı için yaklaşık 1 milyon ton mısır ithal edilecek. Mısırdaki fiyat artışı da hem yem hem de gıda sektörüne olumsuz yansıyacaktır.
Buğdayda durum biraz daha farklı. Türkiye, kendine yetecek buğdayı üretiyor görülse de un ihracatı ve makarna sektörü için geçen yıl 4 milyon ton buğday ithal etti. Bu sene de ithalat yapacaktır. İthalatın faturası yüksek olur.
Kaldı ki, tarım ürünleri piyasasında psikolojik ve spekülatif hareketlerin de etkisi büyük. Amerika'daki kuraklığın somut etkileri kadar spekülatif ve psikolojik etkileri de olacaktır.
Türkiye'yi bu olumsuz etkilerden korumak ve zararı minimize etmek için hükümetin acilen önlem alması gerekir. 2007-2008'de kuraklığa karşı ciddi önlem alınmadığı için önce süt krizi, sonra et krizi oldu. Türkiye 1 milyon hayvanını kesmek zorunda kaldı. Sonra da milyonlarca dolar ödeyip hayvan ve et ithalatı yaptı. İthalat hala sürüyor. Önlem alınmazsa, ithal edilen hayvanların büyük bölümü yeni krizle kesime gidecektir.
Özetle, Amerika'daki kuraklık Türkiye'yi olumsuz etkileyecektir. Önlem alınmazsa ülkeye faturası büyük olur.

Türkiye'De GDO Karşıtı Hareketin Kronolijisi

Türkiye'de GDO Karşıtı Hareketin Kronolojisi-Yeşil Gündem-23 Temmuz 2012

1992 Haziran:  Türkiye Birleşmiş Milletler Biyoçesitlilik Sözleşmesi'ni imzaladı. 
1998 Mayıs: Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Transgenik Bitkilerin Alan Denemeleri  Talimatı"nı çıkardı.
1998 Mayıs:  Birleşmiş Milletler Biyoçesitlilik Sözleşmesi yürürlüğe girdi.
1998-2008: Nazilli'de ve Çukurova'da GDO'lu ürünlerin deneme ekimi yapıldı.
2002 
Eylül 

-2005 

Eylül  
 "Ulusal Biyogüvenlik Çerçevesinin Gelistirilmesi" konulu UNEP/GEF projesi gerçekleşti.

2003 Temmuz: BM Biyoçeşitlilik Sözlesmesinin ek protokolü olan Cartagena Protokolü TBMM'de kabul edildi.
2004 Mart: GDO'ya Hayır Platformu kuruldu
2004 Ekim- Kasım: GDO'ya Hayır Platformu ve Friends of the Earth işbirliği ile Canavar Balon Kampanyası Türkiye'de 15 ili dolaşarak GDO'ların üretiminin ve ithalatının yasaklanması için 100.000 imza topladı ve TBMM'ye sundu 
2005 Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı hazırlandı
2008 GDO'ya Hayır Platformu, "Gıda Tohum Haktır,GDO'ya Hayır Kampanyası yürüttü
2009 Ekim:  Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik yürürlüğe girdi.
2010 Eylül: Biyogüvenlik Kanunu yürürlüğe girdi
2011 Kasım:
2011 Aralık:  Biyogüvenlik Kurulu, Bayer firmasına ait A2704-12, Monsanto firmasına ait MON40-3-2 ve MON 89788 isimli herbisit tolerans geni taşıyan soya fasülyesi ve ürünlerini, hayvan yemi ya da yem hammaddesi olarak kullanılmasına izin verdi. 
2011 Aralık  GDO’ya Hayır Platformu bileşenlerinden Ziraat Mühendisleri Odası kampanyası aracılığıyla Biyogüvenlik Kurulu'na GDO'lu mısır çeşitlerinin ithaline izin verilmemesi için 15 bin görüş bildirildi.
2011 Aralık:Biyogüvenlik Kurulu, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesi, Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR) ve Yumurta Üreticileri Merkez Birliği'nin (YUM-BİR) 13 mısır çeşidi ve ürünlerinin (Bt11, DAS1507, DAS59122, DAS1507xNK603, NK603, NK603xMON810, GA21, MON89034, MON89034xNK603, Bt11xGA21, 59122x1507xNK603, 1507x59122 ve MON88017xMON810) hayvan yemlerinde kullanılması amacıyla yaptığı başvuruyu kabul etti.
2012 Mart: TÜGİDER (Tüm Gıda Dış Ticaret Derneği) 3 soya çeşidinin (MON 40-3-2, A2704-12 ve MON89788) gıda amaçlı ithaline dair yaptığı başvuruyu geri çekti
2012 Nisan: Greenpeace Akdeniz, "Yemezler" kampanyasını başlattı.


Tarihin En Büyük Gıda Krizi Gerçekten Bizi Teğet mi Geçecek?


Tarihin en büyük gıda krizi gerçekten bizi teğet mi geçecek ?/Hasan Cengiz Yazar

Yazan  21 Tem, 2012 Karasaban

Gazete başlıklarında gördüğümüz bu ifadeden sonra, 2008′den bu yana süren gıda krizinin nedenleri üzerinde tekrar durmak gerekli.
Öncelikle ve tekrar tekrar hatırlatmak gerekir ki dünyada yeterli gıda mevcuttur. Hatta bütün insanlığa kat be kat yetebilecek kadar gıda mevcuttur.
Sorun her zaman olduğu gibi üretimin miktarı ve kalitesi değil, bölüşüm sorunudur.
Mevcut üretim biçimi, endüstriyel üretimi, GDOları, tohumun patentlenmesini, yaygın bir kimyasal kullanımını vs. dayatmaktadır.
Dünyada yeterli toprak mevcuttur, küçük çiftçi sayısı ise hızla azalmaktadır. Kapitalizm küçük çiftçilere hayat hakkı tanımamaktadır, küçük çiftçilerin sayısının azalmasının nedeni dayatılan üretim biçimidir. Endüstriyel tarım ve gıda tekelleri gıda üretimine tümüyle el koymaktadır.
Mevcut üretim biçiminin (kapitalizmin) kendi bölüşüm biçimini dayattığını da biliyoruz.
Neo-liberalizm tarımı, gıdayı ve suyu, kendi ticari-endüstriyel dünyasına uydurmaktadır. Bu alan tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar mali spekülasyonlara açık hale getirilmiştir.
Bu nedenle öncelikle bugün var olan kriz, gıda krizi değil kapitalist sistemin yapısından kaynaklanan bir gıda krizidir.
Gıdayı, suyu, sağlığı, insan genemunu bile ticaretin konusu yapan kapitalizm, her şeyi paradan ve banka hesaplarındaki rakamlardan ibaret hale getirmektedir. Meydana gelen mali krizlerin sonucu bu defa birkaç bankanın iflas etmesi, birkaç yüzbin işçinin işsiz kalması olmayacaktır; bu defa yüzmilyonlarca insanın açlık ve susuzlukla karşı kalmasıdır söz konusu olan.
Gıda krizi sistemin bu krizinin yalnızca bir göstergesidir aslında.
Şimdi haber ajanslarının “soğuk” diliyle konunun nasıl yansıtıldığına bakalım : “Dünyanın mısır, soya fasulyesi ve buğday ihracatının yüzde 50’sinden fazlasının yapıldığı ABD’deki kuraklığın kendi sınırlarını aşması ve Çin ve Mısır’a kadar da ulaşması bekleniyor.
Borsada tarım ürünlerine yönelik yatırımlara danışmanlık yapan bir üst düzey bir uzman, ’30 yılı aşkın bir süredir bu işin içindeyim ama bu 
kuraklıkve arz ve talep sorunu bu zamana kadar gördüğüm en ciddi problemlerden biri. 2007-2008 krizinde bile gıda kanalında bu kadar ciddi bir sıkıntı görmemiştim’ diye konuştu.” (Star Gaztesi-20 Temmuz 2012)
Öncelikle burada kuraklıktan bahsediliyor.
Burada sözü edilen kuraklık şimdiye kadar dönem dönem dünyada etkili olmuş bir kuraklık değil.
Kuraklık küresel ısınmanın yan ürünlerinden birisi yalnızca.
Gıda Krizi’ni oluşturan iki yönlü bir hareket söz konusu :
Birincisi neo-liberalizm etrafını kuşattığı tarım ve gıda sektörününe kendi krizini yüklüyor ve mali kriz sokaklardaki milyonlarca insan aç kalmasına yol açıyor; öte yandan kapitalizm var oluşundan bu yana karbon tüketimine, karbon kaynaklarının kontrolüne dayalı bir gelişme sürdürdüğünden ve bu temelden vazgeçmesi mümkün olmadığından ötürü tüm dünyada karbon emisyonlarının hızla yükselmesine, küresel ısınmaya ve çarpıcı iklim değişikliklerine neden oluyor.
İklimin ısısının birkaç derece yükselmesi çok önemli değildir insanlar için, ama tarımsal üretim ısıya, neme, buna dayalı yağmur hareketlerine son derece bağlıdır.
Gıdanın üretiminde küçük çiftçilerin önündeki engellerin kaldırılması hem milyarlarca insanın ucuz ve sağlıklı beslenmesini sağlayacaktır; hem de endüstriyel tarımın yaptığı karbon tüketimine dayalı üretim azalacağı için küresel ısınmanın durdurulmasına katkı sağlayacaktır.
Kapitalizm altında adil bir bölüşüm mümkün değildir ve bunu yeryüzünde yaşayan milyarlarca insan yaşayarak öğrendi, şimdi kapitalizm altında var olan uygarlığın ve yaşamın devam edemiyeceği de ortaya çıkıyor.
Uluslararası şirketlerin dayatmasıyla Türkiye süreç içinde gıda egemenliğinden vaz geçmiştir. Bu durum gıda üretim süreçlerinin geleneksel yapılarını parçalamış, ortaya çıkan ilişkiler bütün Türkiye toplumunun gıdaya erişimini Uluslar arası tekellere bağımlı hale getirmiştir. Bu milyonlarca insan açısından çok önemli sorunları da beraberinde getirmektedir.
Türkiye’de bırakın başka konuları sırf hayvancılık açısından bile tümüyle dışa bağımlılık ilişkisi söz konusudur. Türkiye son birkaç yıldır kurbanlık hayvanlarını bile yurt dışından getirmektedir. Hayvan yemi ithalatçıları GDOlu yemlerin Türkiye’ye girişi için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Artık Türkiye’de sığırlar yurt dışından (Özellikle ABD’den) getirilen mısır ve soya ile beslenmektedir.
Yem fiyatlarının artışı halinde bile neler olacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yoktur.
Başlıkta bahsedilen “krizin bizi teğet geçeceği”ne inanması için insanın kör olması gerekir.
Wall Street’i işgal et” eylemcilerinin ellerinde taşıdıkları pankartlarda yazıldığı gibi: “Kapitalizm gezegeni yok etmeden biz kapitalizmi yok etmek zorundayız.”
Bu konuda Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu’nun bir yazısına tekrar bakabiliriz.
http://www.karasaban.net/dun-tunus-bugun-misir-yarin-her-yer-abdullah-aysu/

GDO'lu Sivrisinek Tartışması

İngiliz bilim insanları, genetikleri değiştirilmiş sivrisinek üretti.
18 Temmuz 2012 Çarşamba - 09:44-TIMETURK

Bu sinekler, insana bulaştırdıkları sıtma ve dang humması gibi hastalıkların kökünü kurutabileceğini ortaya koydu.

Araştırmanın, tarım şirketlerinin çıkarlarına hizmet ettiğini öne süren uzmanlar ise hızlıca geliştirilecek yöntemin, insan sağlığı için risk getirebileceğini öne sürdü.

Oxford Üniversitesi’ne bağlı olan Oxitec biyo-teknoloji şirketi tarafından böceklerin bulaştırdığı hastalıklara karşı geliştirilen tedavi yöntemi, şu an dang humması üzerine odaklanıyor.

Şirket, büyük acılara neden olan ve ölümle sonuçlanabilen hastalığın tedavi edilebilmesi haline, sıtmanın da ortadan kaldırılması için çalışmalar yapmak istediklerini belirtti.

Bilim insanları yaptıkları araştırma kapsamında, genetikleri değiştirilmiş erkek sivrisinekler üretti.

Sineklerin genleri, kendilerine dişi bulamamaları, böyleyece çoğalamadan ölmeleri sağlanacak şekilde değiştirildi.

RİSKLİ GİRİŞİM


Oxitec projesinde üretilen erkek sivrisinekler, larva dönemlerinde gelişmeleri için antibiyotik tetrasikline ihtiyaç duyuyor. Genetik mühendislik alanındaki çalışmaları denetleyen GeneWatch örgütünden Dr. Helen Wallace, tetrasiklin içeren bir sivrisineğin ısıracağı bir hayvanın sağlığı açısından riskler oluşabileceği uyarısında bulundu.

Oxitec projesi kapsamında en son Cayman Adaları’nda gerçekleştirilen deneyde, tek bir sivrisinek bile hayatta kalamadı. Hayatta kalmayı başarmış olsalardı bile, diğer türler kadar uzun süre yaşamayacaklardı veya haşere ilaçlarına karşı dirençsiz olacaklardı.

Oxitec’in araştırmalarının yeterince denetlenmeden hızlıca gerçekleştirildiğini düşünen Dr. Wallace, RT’ye yaptığı açıklamada, “Bu teknolojiye karşı değiliz. Ancak yeterince risk değerlendirmesi yapılmadan deneniyor. Bu yüzden ana türler üzerinde riskler oluşabilir” dedi. Wallace, “dikkatli olunmaması halinde dang hummasının daha da tehlikeli bir hal alabileceğini” ifade etti.

DENEYİN SPONSORU TARIM FİRMASI

Bilim kadını Wallace, Oxitec’in araştırmasına mali destek veren şirketin genetik mühendislik deneyleriyle yakından ilişkisi bulunan tarım devi Syngenta olduğuna dikkat çekti. Wallace, genetik sivrisinek projesinin, genetiği değiştirilmiş arılar gibi tarımcılığın önünü açmaya çalışan projelerde biri olduğunu savundu.
Oxitec CEO’su Parry, Wallace’ın iddialarına tepki gösterdi. Parry, “Wallace, bir kişilik örgüt GeneWatch’un tek üyesi. Mutfağındaki tüm kiri bizim üzerimize yıkmaya çalışıyor. Kendisi ne bir biyolog ne de çevre alanında bir bilim insanı” dedi.

“ÇOK CİDDİ BİR RAKİP”

Parry, yaptıkları deneylerin genetik mühendisliği aktivistleri tarafından ciddi bir tepki göreceğini bildiklerini söyledi. Parry, “Genetik mühendislik alanındaki karşıt görüşler, genetiği değiştirilmiş tahılların üretilmesiyle başladı. Ancak bizim yaptığımız şeytamamen farklı” ifadesini kullandı.

Oxitec bilim insanları da, sivrisinekleri doğaya salarak ortaya çıkabilecek tüm riskleri değerlendirdiklerini, karşılarındaki en büyük sorunun ‘iletişim’ olduğunu belirtti. Parry, “En büyük sorunumuz, kamunun yaptığımız deneyleri nasıl algıladığı. Biz küçük bir şirketiz ve genetik mühendisliği kampanyaları çok güçlü” dedi.

HAYATLAR KURTULACAK MI?
Tartışmalar sürüp gitse de, dang humması günümüzde dünyanın dört bir yanında yüz binlerce insanın sağlığını tehdit etmeye devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) verilerine göre, her yıl 50 milyon kişi dang hummasından rahatsızlanıyor. Bu hastalığa yakalanan 20 bin kişi hayatını kaybediyor. Bazı ülkelerde ise yer yer çok ciddi salgınlar görülebiliyor.

Dang humması, insanların kullandıkları su kaynaklarına, çamurlu sulara ve kullanılmayan çeşitli su kaynaklarına sivrisineklerin yumurta döşemesiyle yayılıyor. Günümüzde en iyi korunma yöntemi, başta hastalığın yaygın olduğu ülkelerde eğitim yoluyla halkı hastalığa karşı bilinçlendirmek.

Parry, “ABD ve İngiltere gibi zengin ve bu hastalığın görülmediği ülkelerde, yaptığımız çalışmalara karşı büyük bir aktivist hareket olması şaşırtıcı” ifadesini kullandı.

Oxitec, Brezilya’da kazandığı iznin ardından, burada genetiği değiştirilmiş sivri sinekler üretmeye başladı. Ticari lisans kazanılması halinde, şirket bu yöntemle para kazanmaya da başlayabilir.

Parry, geliştirdikleri tedavinin sadece sağlık açısında değil, tarım alanında da insanlığa faydalı oluğunu savundu. Parry, “Yöntemin potansiyeli çok yüksek. Ama güvenli olduğunu da kesinleştirmemiz lazım.” (TRT)

İki Yeni Bitki Türü Keşfedildi




Yeşil Bilgi Platformu 17/07/2012

Düzce Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Botaniği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Necmi Aksoy ve bir grup botanikçinin ortak çalışması sonucu bulunan peygamber çiçeği ve pelemir otu ailesinden gelen bitkilere, Prof. Dr. Faik Yaltırık ile Düzce'nin adı verildi.
Aksoy, “Elmacık Dağları (Düzce) Vejetasyon" adlı doktora çalışmasını gerçekleştirirken Düzce'nin Gölyaka ilçesi sınırları içerisindeki Elmacık Dağları'nda iki yeni bitki türü keşfedildiğini belirtti.
"Cephalaria duzceënsis"in, Türkiye pelemir otları (Cephalaria) üzerine çalışma yapan Akdeniz Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Ramazan S. Göktürk ile morfolojik ve sistematik çalışmalar yapılarak isimlendirildiğini dile getiren Aksoy, bu bitki türüne dünyada yalnızca Elmacık Dağları Aksu Vadisi'nde bir alanda yaşamasından dolayı Düzce ilinin adı verildiğini anlattı.
Aksoy, yeni bulunan bu türle Türkiye florasındaki pelemir otlarının sayısının 38'e ulaştığını kaydetti.
Peygamber çiçeği ailesinden gelen "Centaurea yaltirikii"nin ise Türkiye florasında birçok odunsu taksonun isimlendirmesini yapan, orman botaniği konusunda önemli eserler veren ve birçok botanikçinin yetişmesine katkıda bulunan İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Botaniği Anabilim Dalı emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Faik Yaltırık'ın adının verildiğini dile getiren Aksoy, bu bitkiyle Türkiye florasındaki Peygamber çiçekleri sayısının 196'ya ulaştığına dikkati çekti.

Türler yok olma tehlikesi altında
Aksoy, yeni keşfedilen iki bitkinin de Türkiye'nin taraf olduğu Uluslararası Bern ve Bitki Koruma Sözleşmesi'ne göre 10 kilometrekarelik alanda 250 bireyden az bireye sahip olmasından dolayı türleri tehlike altında bulunanlar arasında yer aldığını vurguladı.
Bitkisel biyolojik çeşitlilik bakımından, yüzde 10 endemizm oranıyla Önemli Bitki Alanları (ÖBA) kriterine sahip olan Elmacık Dağları'nda doğa korumaya yönelik çalışmalara başlanmazsa Düzce bölgesine özgü bu endemik iki bitki türünün de nesli tükenenler statüsüne gireceğine işaret eden Aksoy, bu nedenle yerinde koruma kriterine göre doğal habitat alanlarının acilen koruma altına alınıp, devamlılığının sağlanması gerektiğini anlattı.
Aksoy, Düzce Üniversitesi Orman Fakültesi bünyesinde kurulan herbaryumunda; yeni bulunan bu bitki taksonu ve bölgede bulunan diğer nadir ve endemik taksonların korunması ve halkın bu konuda bilinçlendirilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.
 Kaynak: http://www.yesilbilgi.org/iki-yeni-bitki-turu-kesfedildi.aspx?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter

Türkiye'nin Üç Bölgesinde GDO Farkındalığı




TÜRKİYE’NİN ÜÇ BÖLGESİNDE GDO FARKINDALIĞI
27 Haziran 2012

Barış Gençer Baykan* ve Burcu Ertunç·


Yönetici Özeti

İnsan ve çevre sağlığına etkileri açısından tüm dünyada tartışmalar yaratan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO’lar ), bir süredir Türkiye’nin gündeminde. Ocak-Şubat 2012’de yaptığımız araştırmaya
katılanların yüzde 73’ü GDO kavramını duyduğunu belirtirken yüzde 27’si ise hiç duymamış. Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da GDO kavramını duyanların oranı yüzde 56, Karadeniz’de ise yüzde 79. Batı’da, İzmir’de bu oran yüzde 89’a çıkıyor. Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da GDO kavramını duydum diyenlerin yüzde 88’i GDO’ları doğru olarak tarım ürünleri ve tarımsal gıdalar alanıyla ilişkilendirirken İzmir’de bu oran yüzde 99.


Türkiye’de GDO’lar: Yasal mevzuat ve tartışmalar

İnsan ve çevre sağlığına etkileri açısından tüm dünyada büyük tartışmalar yaratan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), gerek yasal mevzuat tartışmaları gerekse gıda güvenliği açısından bir süredir Türkiye gündeminde yer alıyor. Türkiye,  biyoçeşitliliğin korunmasına dair ulusal stratejilerin belirlenmesi, eylem plan ve programının oluşturulmasına dair Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne 1997’de imza atmasına rağmen 2010’a kadar Biyogüvenlik Kanunu’nu çıkarmadı. 1988 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nca çıkartılan “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat” bu konudaki ilk yasal düzenlemeydi. Aynı yıl yerel Tarımsal Araştırma Enstitüleri, biyoteknoloji şirketlerinin genetiği değiştirilmiş mısır ve pamuk çeşitlerini Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde deneme ekimine aldılar. Kamuoyuna bu araştırmaların nerede ve hangi yöntemlerle yapıldığı açıklanmadı. Ayrıca deneme ekimleri sonucunda genetik bulaşma, ürün verimi veya tarım ilaçları kullanımının azalıp azalmadığına dair hiçbir açıklama yapılmadı. Ziraat Mühendisleri Odası’na göre 1998-2009 yılları arasında ABD, Kanada ve Arjantin’den 20 milyon ton genetiği değiştirilmiş soya, mısır ve pamuk ithal edildi. Hâlihazırda Türkiye’de GDO’lu ürünlerin ekimi yasak ama ithalatı Biyogüvenlik Kurulu’nun kararına bağlı. GDO’ların olası risklerine karşı tartışmaların genelde uzmanlarca yapılmasına rağmen, üreticilerin, tüketicilerin, doğa korumacıların ve bilim insanlarının uğraşları sonucu kamuoyunun geniş kesimleri tarafından ele alınmaya başlandı.

GDO konusu, insan ve çevre sağlığı, sürdürülebilir tarım, biyoçeşitlilik, tohum ve gıda egemenliği alanlarını yakından ilgilendiriyor ve yurttaşlar günlük hayatlarında tarımsal veya işlenmiş gıdalar üzerinden GDO kavramı ile karşılaşıyor. Bu araştırmada GDO kavramı Türkiye’de ne ölçüde biliniyor, hangi alanlarla ilişkilendiriliyor ve bölgesel farklılıklar mevcut mu sorularına yanıt aramaya çalışıyoruz.

Her 4 kişiden 3’ü GDO’lardan haberdar

2012 yılının Ocak-Şubat aylarında Türkiye’nin üç bölgesinde gerçekleştirilen ve kabaca Güney Doğu Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu[1]  bölgeleri ile Batı’da İzmir’i içine alan araştırmada 600 kişiye genetiği değiştirilmiş organizmalarkavramına dair sorular da soruldu. İllerde tesadüfî ve bölgesel temsil niteliği olan örneklem ile çalışıldı.[2] Araştırma sonuçlarına göre;

*Türkiye’nin üç bölgesinde toplumun GDO ile ilgili genel düzeyde haberdar olduğu
*Bu kavrama ve Türkiye özelindeki tartışmalara tamamen hakim olunmasa da başlangıç düzeyinde bir farkındalığın olduğu
*Demografik özelliklerin bilgi düzeyinde etkili olduğu
*GDO’nun en çok ilaç, kimyasallar ve tarım alanıyla ilişkilendirildiği anlaşılıyor.


Şekil 1: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) Kavramını Duyma Oranı


Şekil 1’de görüleceği üzere araştırmaya katılanların yüzde 73’ü GDO kavramını duyduğunu belirtirken yüzde 27’si ise hiç duymadığını ifade etmiş. Katılımcıların yaş gruplarına göre GDO kavramını duyup duymadığına bakıldığında orta yaş grubunun (50 yaşın) bir kırılma noktası olduğunu, gençlerin gerek eğitim gerekse iletişim kanalları sayesinde GDO kavramından daha çok haberdar olduğunu söyleyebiliriz. Cinsiyet değişkeninin etkisine bakıldığında ise erkeklerin yüzde 77’sinin GDO kavramından haberdar olduğunu, bu oranın kadınlarda yüzde 70 olduğunu gözlemliyoruz.

Doğu’dan Batı’ya gidildikçe GDO farkındalığı artıyor

Araştırmanın yapıldığı bölgeleri incelediğimizde Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da GDO kavramını duyanların oranı yüzde 56, Karadeniz’de ise yüzde 79. Batı’da, İzmir’de bu oran yüzde 89’a çıkıyor (Bkz. Harita:1). Doğu’dan Batı’ya gittikçe sosyo-ekonomik gelişmişlik ve eğitim düzeyi aradaki farkı açıklamaya yardımcı olabilir. Bölgeler arası veya bölgelerin kendi içlerinde cinsiyet değişkeni “GDO kavramını duydum” diyenlerin oranında önemli ölçüde bir belirleyici değil. Analiz sırasında sadece Güney Doğu’da ziyaret edilen illerden çıkan sonuçlara baktığımızda da GDO’yu tanıma düzeyinin %68 civarlarında olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız Doğu Anadolu’ya ait illerde ise bu oran %43’e düşüyor.




Harita 1: GDO ifadesini duyanların araştırma yapılan bölgelerdeki dağılımı



Yurttaşların tümünü yakından ilgilendiren tarımsal gıdaların üretimi ve tüketimi konusundaki bilimsel araştırmalarda, uygulanacak teknolojilerde, alınacak siyasi ve ekonomik kararlarda demokratik ve katılımcı tartışma, bilgilenme ve denetleme mekanizmalarının işletilmesi çok önemlidir.

Özellikle biyoteknoloji ve nükleer enerji konularındaki tartışmalarda, bu teknolojilerin savunucularının konuların bilimsel bir çerçevede tartışılması, sadece belli meslek gruplarınca ele alınması ve kararların ve uygulamalarının da bu yönde olmasının üzerinde ısrarla durduklarını görüyoruz. Üstelik tarımsal biyoteknoloji savunucularının tezleri, GDO kavramının toplumun geniş kesimlerce iyi bilinmemesi sebebiyle kabul görmediği yönündeydi.

Bu noktadan hareketle araştırmaya katılanlardan GDO kavramını duyduğunu belirtenlere yönelttiğimiz bir soru da GDO kavramını hangi alanla ilişkilendirdikleri üzerineydi. GDO’ların enerji, hava kirliliği, tarım ürünleri/tarımsal gıdalar ve İlaç sektörü seçeneklerinden hangisi ile ilişkilendirdiği soruldu.


 Şekil 2’de görülebileceği üzere GDO kavramını duyanların yüzde 93’ü GDO’ları doğru şekilde tarım ürünleri/tarımsal gıdalar ile ilişkilendiriyor. Ardından yüzde 5 oranında ilaç sektörü, yüzde 1 ile enerji ve yine yüzde bir ile Hava Kirliliği geliyor. Tuna ve Özdemir’in 2009’da yayınladıkları araştırmada GDO’lu ürünlerin en çok hangi alanda kullanıldığına dair soruya ise katılımcılar yüzde 76 oranında tarım cevabını vermişlerdir. Aynı araştırmada GDO’lu gıdaları hormonlu gıdalarla karıştıranların hatta organik gıda olduğunu da düşündüğünü belirten bir grubun varlığı görülmektedir.

Şekil 2: GDO kavramının ilişkilendirildiği alan



Şekil 3’te görülebileceği üzere Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da ‘GDO kavramını duydum’ diyenlerin yüzde 88’i GDO’ları doğru olarak tarım ürünleri ve tarımsal gıdalar alanıyla ilişkilendiriyor. Bu oran Karadeniz’de yüzde 90 olarak görülürken İzmir’de bu ifadenin neredeyse tarım dışında başka hiçbir konuya bağlanmaması,  artan eğitim oranı, bilgilenme kaynaklarına erişim imkânları ve tarımsal faaliyet/ticaretle ilişkilerin kuvvetli olması birer faktör olarak GDO konusunun bilinirliğini etkilemektedir.
Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun İzmir ile arasındaki yüzde onluk farkın yine de çok derin bir fark olmadığını dolayısıyla demografik ve ekonomik gelişmişlik faktörlerinden ziyade iletişim kanallarının yarattığı bir fark olarak yorumlamanın daha doğru olacağını söyleyebiliriz. Aslında bu farkın ilerleyen zamanlarda ülkeye girişine müsaade edilebilecek GDO’lu yem ve tohumların kullanılması söz konusu olduğunda yapılacak yeni araştırmalardan sonra izlenmesi daha anlamlı olacaktır. Bölgesel düzeydeki verilerin düzenli aralıklarla toplanması ve karşılaştırılması daha detaylı bir analiz için gereklidir. GDO konusundaki farkındalık çalışmalarının etkisi hem üretici hem de son tüketicinin tutum ve davranışları nezdinde gözlenmelidir.
Şekil 3: GDO kavramını doğru ilişkilendirenlerin bölgelere göre dağılımı




Katılımcı ve kapsamlı tartışmaya ihtiyaç var

GDO’lar son on yılda, ağırlıklı olarak da 2010-2012 yıllarında gerek yasal mevzuat tartışmaları gerekse de sivil toplum kampanyaları sayesinde Türkiye kamuoyunun gündemine girdi. Buna paralel olarak tüketicilerin/kamuoyunun farklı kesimlerinin, GDO’lara yönelik bilgi ve tutumlarını belirlemeye yönelik çeşitli araştırmaların arttığı görülüyor. Bu alandaki çalışmalarda GDO’lara yönelik haberdarlık, bilgi, bilgi edinilen kaynaklara güven durumu, algı, konuya karşı tutum ve kabul ile bununla ilgili nasıl bir somut bir tavır alındığı üzerinde duruluyor.  Son yıllarda bu tür konuları açıklamak için araştırmalar, ilgili konunun etki alanındaki en pasif grubun yani son tüketicinin farkındalığı, bilinci ve tercihlerini odak noktalarına almaktadırlar. Tüketim tercihlerinin sürdürülebilir hale gelmesi, sürdürülebilir bir gelişmenin öncelikli koşullarından kabul edilmektedir[3]. Bu da üretimle ilgili her konunun politikalarının, tüketici odaklı incelenmesine, ele alınmasına sebep oluyor.[4] Aslında GDO konusu basit bir tarımsal biyoteknoloji uygulamasına veya genetiği değiştirilmiş ürünlerden elde edilen gıdaların tüketilmesine indirgenemez.
Toplumların tarıma, doğaya ve teknolojiye olan bakışlarının kesiştiği bir noktada olan GDO’lar daha geniş bir perspektiften ele alınmalı, yurttaşların ahlakî, dini, sosyo-ekonomik değerleri açısından GDO’ları nasıl değerlendirildiği araştırılmalıdır.

Yaşam alanlarının ve doğal varlıkların korunmasının öneminin giderek daha iyi anlaşıldığı günümüzde çevre ve insan sağlığını etkileyebilecek uygulamaların toplumun geniş kesimlerince tartışılması gerekiyor. Özetle, GDO sorunu; sürdürülebilir tarım, biyoçeşitlilik, tohum, gıda egemenliği ve tüketicinin bilgilenme hakkını da kapsayacak şekilde ele alınmalıdır. Türkiye, Fransa’da 1998 yılında,  Parlamento kanalıyla yurttaşlardan ve uzmanlardan oluşan panellerde bir araya gelerek “Tarımda ve Beslenme’de GDO’lar” başlığıyla gerçekleştirilen Yurttaş Konferansı’nı (Conférence  de Citoyenne) ya da İngiltere’de 2003 yılında hükümetin inisiyatifinde şehirlerde ve kırsalda otuzyedi bin kişinin katılımıyla bağımsız bir kurulun kolaylaştırıcılığında gerçekleştirilen GD Ulus? (GM Nation?) tartışmasını örnek alabilir.



KAYNAKÇA


GARDNER, G., Assadourian, E., Sarin, R. 2004. Günümüzde Tüketim, Dünyanın Durumu. Özel
Konu: Tüketim Toplumu. Worldwatch Enstitüsü , TEMA Yayınları: 3-21. [4] Zimmermann, F., Brunner, F., 2005. Nachhaltige Lehre. Humangeographisches Seminar Inst. FürGeographie und Raumforsschung der Karl-Franzen UniversitatGraz. Web sitesi. http://www.uni-graz.at/bdrwww_nachhaltigkeitsbericht’dan aktaran O. Özdemir, M. Duran Akademik Gıda 8(5) (2010) 20-28 ,s.21

KAHVECİ, D., & ÖZÇELİK, B., Attitudes of Turkish consumers towards genetically modified foods (2008)  International Journal of Natural and Engineering Sciences, 2(2), 53-57

ÖZDEMİR, Oğuz, “Attitudes of consumers toward the effects of genetically modified organisms (GMO’s): The example of Turkey”,2009, Journal of Food, Agriculture & Environment, 7(3-4), 132-138.

TUNA Muammer & ÖZDEMİR Oğuz, Türk toplumunun Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların (GDO) Kullanımına İlişkin Eğilimleri (2009)  VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı





* Araştırma Görevlisi Dr., Betam, baris.baykan@bahcesehir.edu.tr
· Araştırma Görevlisi, Betam, burcu.ertunc@bahcesehir.edu.tr
[1] Doğu Anadolu bölgesi olarak ifade edilen alan Güney Doğu Anadolu’da ziyaret edilen illeri de kapsamaktadır.
[2]Araştırma  İzmir’de örneklem büyüklüğü 240 olarak tespit edilirken Karadeniz’de 96, Güneydoğu’da 144,
Doğu Anadolu’da 120 kişi olarak belirlendi. Araştırmanın yapıldığı iller:  Adıyaman, Ağrı, Bolu, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Giresun, Gümüşhane, İzmir, Kars, Kastamonu, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Sinop, Şanlıurfa, Zonguldak, Bayburt, Batman.
[3] Zimmerman F. 2005, Nachhaltige Lehre’den aktaran Oğuz. Özdemir, 2010, s.21
[4] Özdemir O, 2009, 132-138.;Kahveci D. & Özçelik B,,2008, 53-57