GDO ve MSG’li (monosodyum glutamat-E621) ürünlere hayır. Geleceğimiz için “etiket hafiyesi” olalım. Soğuk savaşların zamanı geçmiştir. Savaşlar artık gıda maddeleri üzerinden yapılmaktadır. Toprağımıza sahip çıkalım.Bilelim ki; HES'lerin faydası sadece kendisine. Yok edilen toprak ve bitki örtüsü bir daha geri gelmeyecek. Akarsu yatakları iki sene içinde kuruyacak. Denizlerimiz ve balıklarımız kurtarılmayı bekliyorlar.
17-20 EKİM 2013 SLOW FISH ISTANBUL
İstanbul Lüferinin Kuyruğunu Bırakmıyor:
Slow Fish İstanbul!
10 ülkeden 70'in üzerinde delegenin sunumları ile zenginleştirecekleri ve akademik tartışmalardan çocuklarla atölyelere, film festivalinden yemek yarışmasına pek çok katmanıyla katılıma açık ilk Slow Fish Istanbul 17 Ekim tarihinde Boğaziçi Üniversitesi, Albert Long Binası'nda başlıyor.
Slow Fish Istanbul, bölgesel bir toplantı ve etkinlikler bütünü olup Slow Food İstanbul, Fikir Sahibi Damaklar'ın "İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın" kampanyasını takiben başlattığı ve her yıl Ekim ayının 3. haftasonu kutlanan İstanbul'un Lüfer Bayramı ile dönüşümlü olarak iki yılda bir gerçekleşecek.
Uluslararası Slow Fish kampanyası çerçevesinde gerçekleşen bu bölgesel etkinliğe Türkiye'nin yanı sıra, İtalya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan ve Ukrayna'dan delegeler katılıyor. Balıkçı topluluklarının, aşçılar, akademisyenler ve pek çok çevre örgütünün yanı sıra tüketiciyi de dahil edecek Slow Fish Istanbul sürecinde sürdürülebilir bir geleceğe doğru gayretler birleştirilmeye çalışılacak.
17-20 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleşecek bu etkinliğe katılım açık ve ücretsizdir.
Slow Fish Istanbul'da buluşmak dileği ile.
Slow Fish İstanbul!
10 ülkeden 70'in üzerinde delegenin sunumları ile zenginleştirecekleri ve akademik tartışmalardan çocuklarla atölyelere, film festivalinden yemek yarışmasına pek çok katmanıyla katılıma açık ilk Slow Fish Istanbul 17 Ekim tarihinde Boğaziçi Üniversitesi, Albert Long Binası'nda başlıyor.
Slow Fish Istanbul, bölgesel bir toplantı ve etkinlikler bütünü olup Slow Food İstanbul, Fikir Sahibi Damaklar'ın "İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın" kampanyasını takiben başlattığı ve her yıl Ekim ayının 3. haftasonu kutlanan İstanbul'un Lüfer Bayramı ile dönüşümlü olarak iki yılda bir gerçekleşecek.
Uluslararası Slow Fish kampanyası çerçevesinde gerçekleşen bu bölgesel etkinliğe Türkiye'nin yanı sıra, İtalya, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Romanya, Hırvatistan, Sırbistan ve Ukrayna'dan delegeler katılıyor. Balıkçı topluluklarının, aşçılar, akademisyenler ve pek çok çevre örgütünün yanı sıra tüketiciyi de dahil edecek Slow Fish Istanbul sürecinde sürdürülebilir bir geleceğe doğru gayretler birleştirilmeye çalışılacak.
17-20 Ekim 2013 tarihleri arasında gerçekleşecek bu etkinliğe katılım açık ve ücretsizdir.
Slow Fish Istanbul'da buluşmak dileği ile.
Tarımı Başlatan Gen!
Cuma, 20 Eylül 2013 - 11:03
Sol Portal
Tarımın başlangıcının coğrafya ve iklim
gibi pek çok etkeni var. Bunların arasında doğası insan eliyle seçilerek
değişime uğramış bitkilerin genetiği belki de en önemlilerinden.
Tarımın başlangıcına
ilişkin tüm dünyadan toplanan arkeolojik veriler, genetik bulgular ile
birleştikçe ortaya çok çarpıcı bir tarihsel değişim süreci çıkmaya başladı.
Neolitik dönem, tarımın
başlamasıyla insan topluluklarının yerleşik düzene geçtiği tarihsel önemi çok
yüksek bir zaman dilimi. Yurdumuz Çatalhöyük gibi insanlık tarihinin en erken
ve önemli yerleşimlerine ev sahipliği yapmakta ve tarım toplumlarının geçirdiği
evreler üzerine çok zengin arkeolojik bilgiler sunmakta.
Arkeologlar yerleşik
düzene geçmiş toplulukların yaşadıkları yerlerde biriktirdiği bitkilerin
kalıntılarını incelediklerinde evcilleşmenin imzasını taşıyan özelliklerde çok
yavaş bir artış olduğunu belirtmekteydiler. Bu özelliklerden en temel olanı,
orak kullanılarak hasat edilen bitkilerde görülür. Evcilleştirilmiş bitkilerin
büyük çoğunluğunda tohumun ana bitkinin gövdesinden ayrılmasını sağlayan bilet
koçanlarındaki tırtıklar gibi yırtılmayı kolaylaştıran bölge yok olmuştur. Bu
bölge sayesinde olgunlaşan tohumlar kolayca dökülür. Bitkinin doğasına çok
aykırı olan bu özellik, yapay seçilim ile ancak insan eliyle yaşatılırsa var
olabilir. Yabani bir bitkinin, türünün sürekliliğini sağlaması tohumlarını
olabildiğince geniş alanlara etkili biçimde yayabilmesini gerektirir.
Tohumlarını yayamayan bir bitki yaşam kavgasında yenik düşecektir. Örneğin
evcilleştirilmiş buğday bitkisinde ayrım bölgesi kaybolduğu için tohumlar ancak
harmanda dövülerek ana bitkiden ayrılır. Yakından bakılırsa bu ayrım
bölgesindeki sapın zorlanarak kırıldığı yer açıkça görülür (Resim 1).
Resim 1 (a) Yabani buğday tohumlarını kolayca döker. (b) Bitkiden ayrılmış bir buğday tanesi. (c) Tanenin başaktan ayrım bölgesi. (d) İnsan tarafından yapay seçilim ile tarıma alınan buğdayın taneleri başaktan ancak kuvvet kullanılarak ayrılır. (e) Tohumun bitkiden ayrım bölgesi kaybolmuştur.
Tarımın gelişimi kuşaklar boyu süren uzun
bir süreçti
Çatalhöyük’te en çok
rastlanan arkeolojik tohum örneklerinden biri bilimsel adı “Medusa başlı ot”
anlamına gelen (Taeniatherum caput-medusae) adlı bitkiden gelir. Tüm
beklentilerin aksine, neolitik dönem yerleşkesinde bulunmasına karşın bu bitki
tarımın en yaygın başlangıç özelliğini taşımaz. Tohumlar yakından
incelendiğinde bitkiden ayrım bölgesi (r) çok belirgin biçimde gözlemlenebilir
ve karşılaştırıldığında günümüzdeki yabani örneklerle tıpatıp aynıdır (Resim
2). Çok değil, daha 10 yıl önce tarımın kökeni üzerine yazılanlara baktığımızda
“tarım devrimi” gibisinden iddialı deyimlere denk geliriz. Eğer bir devrim
olmuş idiyse bu binlerce yıla yayılmış kuşaklar boyu süren bir devrim olmalı.
Resim 2 (Solda) Anadolu’da doğal olarak yetişen Medusa başlı ot (Taeniatherum caput-medusae) adlı bitkinin başağının günümüzdeki hali. (Sağda renksiz [James Mellaart Arşiv fotoğrafları]) Çatalhöyük kazılarında elde edilen tohumlarda ayrım bölgesi (r) ve tohumun yayılmasını kolaylaştıran püsküllerin bağlantı kısımları (g) açıkça görülmekte. Atalarımız bu yabani bitkiyi toplamalarına karşın tarıma almamışlar.
Arkeologların gözlemi
yalnızca Çatalhöyük'le sınırlı değil. Uzak doğuda özellikle Çin’deki neolitik
yerleşimlerde bulunan pirinç tohumları da birkaç bin yıla yayılmış yavaş
seçilim sürecini destekliyor. Genetik bulguların ışığında tarım bitkilerindeki
bu ağır değişim artık daha açık biçimde yorumlanabiliyor. Peki, bu olgunun
ardında yatan genetik düzenek nedir?
İlk tarım geninin bulunuşu ve işleyişi
Georgia Üniversitesi
Bitki Genom Haritalandırma Laboratuvarı’ndaki araştırma grubumuzun bu konuda
sürdürdüğü çalışma 6 Eylül 2013 tarihinde Amerikan Ulusal Bilim Akademisi’nin
saygın yayın organı Proceedings of the National Academy of Science (PNAS)’da
yayına girdi. Araştırma ülkemizde özellikle Trakya bölgesinde yaygın olarak
ekilen kökeni Afrika kıtası olan ak darı (Sorghum bicolor) üzerinde
gerçekleşti.
Ak darı dünya tahıl
üretiminde buğday, mısır, pirinç ve arpadan sonra 5. sırayı alan kuraklığa ve
sıcaklığa karşı olağanüstü dirençli bir tarım bitkisi. Ak darı genomu 2008
yılında dizilendiğinde bilim topluluğu oldukça heyecanlanmıştı.
Resim 3 Ak darı (Sorghum bicolor) genom haritasından bir görünüm. Araştırmacılar 10 kromozom üzerinde bulunan genlerin birbiriyle olan etkileşimini izleyerek bitkinin kuraklığa karşı olağan üstü direnç gibi pek çok kalıtımsal özelliğini anlamaya çalışıyorlar.
Atalarımızın 8 bin yıl
önce Afrika’da evcilleştirdiği ak darıyı yabani akrabalarından ayıran ve
tohumlarının dökülmesine engel olan aday genleri bulmak için tüm genom içinde
büyük bir arayış başladı. İlk sonuçlar gelmeye başladığında aday genlerin
arasında WRKY ailesinden yazılım etkeni adı verilen bir gen öne çıkmaya başladı.
Yazılım etkenleri DNA
bileşiği üzerinde genlerin başlangıç bölgesine bağlanarak aynı anda birden çok
geni etkinleştirebilen hücre içinde sözü oldukça geçerli ilginç bir düzenleyici
gen grubudur. Araştırma ilerledikçe WRKY geninin etkinleştirdiği hedef genleri
tek tek eleyerek tohumların dökülmesine engel olan biyolojik bir özellik
aradık. Yapılan deneyler WRKY geninin ürettiği proteinin evcilleştirilmiş ak
darıda değişinime (mutasyon) uğradığını ve DNA bileşiğine bağlanabilme işlevini
kaybettiğini gösterdi ve senaryo biçimlenmeye başladı.
Yabani ak darı
türlerinde WRKY geni bitkilerde dokuların sertleşmesine neden olan lignin
bileşiğini üreten genin başına bağlanmaktaydı. WRKY geni özellikle tohumların
olgunlaşmaya başladığı dönemde tohumun bitkiye bağlandığı sap bölgesinde lignin
üretimini artırarak bu dokuların aşırı kırılganlaşmasına neden olur. Böylece en
ufak bir dokunmayla bile tohumlar dökülebilir. Evcil ak darıda gerçekleşen bu
değişinim, protein zincirinin başındaki 144 amino asitlik bir bölümün üretilmesini
engelliyordu. Değişinim proteinin başlangıç bölgesini DNA’ya bağlanma
özelliğini yitirecek derecede kısaltmıştı. Evcil ak darı, tohumu ana bitkiye
bağlayan sap bölgesinde lignin üretemediği için doku sertleşemiyordu. Bunun
sonucu sap esnek kalarak hasat sırasında orak darbesiyle sarsılsa bile
tohumlarını dökemiyordu.
Tarım bitki ve insan arasında imzalanmış
evrimsel bir sözleşmedir
Atalarımız buğday,
pirinç veya ak darıyı kuşaklar boyu süren bir süreç içinde evcilleştirirken
akıllarında bir ıslah projesi yoktu. Gayri ihtiyari bir biçimde doğadan en
verimli şekilde toplayabildikleri tohumları evlerine götürdüler. Bu tohumlar
kendi doğasıyla çelişen “engelli” bitkiler olmalarına rağmen insanın üzerlerine
kanat germesi nedeniyle yaşama fırsatı bulabildiler. Böylelikle insan ve bitki
arasında DNA bileşiğine kayıtlı evrimsel bir sözleşme imzalandı. Bitki verimli
hasat edilme sözü verirken, insan tohumları doğru zamanda ve uygun yerlere
kendi eliyle ekerek bitkinin soyunu sürdürebilmesinin güvencesini verdi.
Tarımsal anlamda ilk
seçilen özelliklerin yalnızca bir gen tarafından kontrol ediliyor olması
atalarımız açısından bilincinde olmasalar bile kuşaklar boyu süren seçilimi
kolaylaştıran bir durumdu. Bizlere düşen binlerce yıl önce imzalanmış
sözleşmelere sadık kalarak miras edindiğimiz tohum zenginliğini korumaktır. Var
olan zenginliği erozyona uğratan tektipleşmiş tohum kullanımından uzak durmalı
ve dahası bu zenginliği artıracak daha güç sözleşmelere imzalar atmalıyız.
Elimizdeki genom haritaları binlerce yıl süren kör seçilim sürecini
hızlandırılmış evrim yoluyla onlarca yıla indirecek güçte. Mendel’in
bezelyelerine yaptığı biçimde çaprazlama yoluyla hamleleri hesaplayan satranç
oyuncuları gibi kuşaklar sonra öne çıkacak istenen özellikleri yabani bitkilerden
çekip alarak yeni tarım bitkileri üretebiliriz. Var olan çeşitleri
zenginleştirmek aradığımız özellikler yüzlerce gen tarafından eşgüdümlü olarak
kontrol ediliyor olsa bile tüm genom bilgisiyle hareket edildiğinde
olanaklıdır.
Resim 4 (A) Evcilleştirilmiş ak darının (Sorghum bicolor) ürettiği değişinime uğrayarak kısalmış WRKY proteininin üç boyutlu modeli. (B) Aynı proteinin tropikal iklimde yaşayan yabani akrabasında (Sorghum propinquum) DNA’ya bağlanma özelliğini koruyan uzun hali. Kırmızı renkli bölge, büyük olasılıkla DNA’ya bağlanma yüzeyi olan gri renkli WRKY motifinin kararlılığını sağlamakta.
Resim 5 Evcilleştirilmiş ak darı tohumu ile yabani akrabası kanyaş bitkisinin tohumlarının kesitleri. Dokuların sertleşmesini sağlayan lignin bileşiği ultraviole ışığı altında parlamakta. (Solda) Evcilleştirilmiş ak darı tohumunun sap bölgesinde parlama görülmüyor. (Sağda) Yabani kanyaş bitkisinde ise aynı bölgede yoğun bir lignin birikimi gözlemlenmekte.
Resim 6 Tahıl grubu bitkilerin evrimsel soyoluş ağacı üzerindeki yeri. Ak darı (süpürge darısı) şeker kamışından yaklaşık 5 milyon yıl önce türleşerek ayrılmış. Tüm tahıl grubunun evrimsel olarak ortaya çıkışı 80 milyon yıl öncesine kadar uzanıyor.
Ak Darı ve Yabani Akrabasındaki WRKY Yazılım Etkeni Gen Ürünlerinin 3
Boyutlu Karşılaştırması adlı videoyu Vimeo'da izleyebilirsiniz.
Bu yazı ilk olarak soL gazetesinin
BilimsoL ekinin 19 Eylül 2013 tarihindeki dosya konusu olarak yayınlanmıştır.
Dr. U. Uzay Sezen* hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
Dr. U. Uzay Sezen* hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
* Georgia Üniversitesi
Bitki Genom Haritalandırma Laboratuvarı Araştırmacısı
Ekolojik Pazarlar
Yazan : Ali Ekber Yıldırım -Tarım Dünyası
Sağlıklı ve güvenilir ürünlere ulaşma isteği ekolojik diğer adıyla organik ürünlere olan ilgiyi artırıyor. Zirai ilaç kalıntısı nedeniyle bir çok hastalığa yol açtığı bilinen sağlıksız gıdalar ve diğer tüketim mallarının olumsuz etkileri, ekolojik ürünlere olan talebi yükseltiyor.Dünyada ekolojik ürün pazarının 80 milyar dolara yaklaştığı tahmin ediliyor. Bunun büyük bölümünü gıda, içecek, tekstil ve kozmetik ürünleri oluşturuyor.Türkiye’de ise uzun yıllar ekolojik ürünlerin neredeyse tamamı ihraç edilirken son yıllarda iç pazarda da talep görmeye başladı. Bu talep ekolojik pazarların yaygınlaşmasını beraberinde getirdi.
Ekolojik pazarlar nerelerde kuruluyor? Bu pazarlarda satılan ürünler denetleniyor mu? Ürünler gerçekten organik mi?
Herhangi bir semt pazarına gittiğinizde tezgahtaki sebze meyvenin neredeyse tamamının “organik” diye satıldığı bir ülkede organik ürünlere karşı duyulan kuşkuyu hoşgörüyle karşılamak gerekir.
Fakat semt pazarları ile ekolojik pazarlarını da karıştırmamak lazım.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Ekolojik Üreticiler Derneği, Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği gibi sektörün en aktif sivil toplum örgütleri yerel yönetimlerle işbirliği yaparak İstanbul ve İzmir başta olmak üzere ülkenin değişik yerlerinde her hafta çok sayıda ekolojik pazarın kurulmasını sağlıyor.
Ekolojik ürünlerle ilgili ilk pazar Buğday Derneği’nin projesi olarak Şişli Belediyesi’nin desteği ile “%100 Ekolojik Pazar” adıyla 2006′da kuruldu.
Anadolu’nun değişik yörelerindeki üreticilerle İstanbul’daki tüketiciyi buluşturmak sanıldığı kadar kolay olmadı. Birçok sorun yaşandı. Ülkenin her yerinden ekolojik ürünleri İstanbul’a taşımak bile başlı başına bir maceraydı.
Fakat bu ürünleri üretenler ürünlerini değerinde satmak, tüketiciler ise gerçekten organik olduğuna inandıkları ürünleri güvenle alıp tüketmek istiyordu. Ekolojik pazarlar bu buluşmayı sağlıyor.
İstanbul Şişli’de başlayan bu serüven yerel yönetimlerin desteği ile ülkenin değişik merkezlerine yayıldı. Buğday Derneği’nin koordinasyonunda İstanbul’da Şişli, Kartal, Beylikdüzü ve Bakırköy’de, Samsun İlkadım, Konya Meram, yaz sezonunda Balıkesir Burhaniye’de organik pazar kurulmasını sağlıyor. Bu halkaya 15 Haziran’da Türkiye’nin ilk yavaş şehri (Citta Slow) Seferihisar, 21 Temmuz Pazar günü ise Kayseri Kocasinan eklendi.
Ekoloji Üreticileri Derneği’nin organizasyonu ile, İstanbul’da Maltepe Belediyesi Organik Halk Pazarı, Kadıköy Belediyesi Organik Halk Pazarı, Zeytinburnu Organik Halk Pazarı , Eyüp Belediyesi Kemerburgaz Organik Köy Pazarı, İzmir’de Bornova Belediyesi Organik Ürünler Pazarı her hafta kuruluyor.
Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği(ETO)’nin ilk organik ürünler pazarı İzmir Karşıkaya’da açıldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Karşıyaka Belediyesi ile işbirliği yapan ETO’ nun koordinasyonunda Karşıyaka’nın yanı sıra geçen ay İzmir Urla’da ve 20 Temmuz’da da Balçova Belediyesi’nin desteği ile İzmir Balçova ‘da organik pazar açıldı.
2012′de yayınlanan pazaryerleri hakkındaki yönetmelikle belediyelere resmen organik pazar açma yetkisi tanınınca pazar sayısı artmaya başladı.
Bu pazarların yanı sıra yerelde açılan pazarlar olabilir. Özellikle yerel yönetimlere yani belediyelere organik ürün pazarı açma yetkisinin verilmesi yaklaşan yerel seçimler öncesinde birçok belediye bu konuda girişimlerde bulunabilir. Fakat bu pazarların sürdürülebilir olması için iyi bir altyapıya, güçlü bir organizasyona sahip olmaları gerekir.
Buğday Derneği, %100 Ekolojik Pazarlar Koordinatörü Batur Şehirlioğlu’na göre ekolojik pazarlarda bir fiyat stratejisi olmadan başarıya ulaşmak mümkün değil. Özellikle orta gelire sahip olan tüketicilerin ulaşabileceği fiyatların belirlenmesi, ülkede ekolojik tarımın yaygınlaşması için çok önemli. Şehirlioğlu’na göre, üretimde ve tüketimde yerellik ve yeterlilik çok önemli.
Buğday Derneği koordine ettiği pazarlarda düzenli olarak ürünleri analiz ediyor. Kalıntı çıkan üreticilere ait ürünler ile ilgili bilgi ilgili kontrol ve sertifika kuruluşları ile paylaşılıyor, durum özelinde gerekli tedbirlerin alınmasından sektörden ihraca kadar çeşitli yaptırımlar uygulanıyor.
Ekolojik pazarlar sadece ürün alınıp satılan yerler değil. Aynı zamanda bir yaşam biçimi sunuluyor. Yapılan etkinlikler, düzenlenen toplantı ve paneller ile ekolojik yaşam, çevre duyarlılığı ve dünyaya farklı bir bakış sergileniyor.
Ayı Popülasyonu
Ayılar sayılacak
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Orman Fakültesi, Yaban Hayatı Ekolojisi ve Yönetimi Bölümü tarafından, ülke genelinde ayı popülasyonunun yoğun olduğu bölgelerde çalışma yapılarak, sayı belirlenmeye çalışılacak.
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Şağdan Başkaya, yaptığı açıklamada, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü 12. Bölge Müdürlüğü ile geçen yıl ayılar üzerine envanter çalışması yaptıklarını belirtti.
Bölgede ayıların yoğun olduğu Artvin’in Şavşat ilçesinde sayım yaptıklarını dile getiren Başkaya, “İlçenin Meydancık, Papart, Goman yaylası, Bululay mezrası, Nakvevi yaylası, Soltisev, Balıklı, Akbıyık, İmnazeler ve Taşköprü mezrası, Meydancık yaylası, Erikli, Yeşilce ve Çağlıpınar köyü ile Dodakana yaylasını kapsayan alanda ekim ayında ayıları saydık” dedi.
Bu çalışmalardan önemli veriler de elde ettiklerini ifade eden Başkaya, şunları söyledi:”Buradaki çalışmaları tamamladık, bölgedeki ayı popülasyonu hakkında önemli bilgiler edindik. Artık bundan sonra çalışmalarımız Karadeniz Bölgesi’nde ayıların yoğun yaşadığı diğer alanlarda devam edecek.
Türkiye’nin diğer bölgelerindeki ayı popülasyonları hakkında yeterli bilgi bulunmuyor. Bunun içinde Karadeniz Bölgesi’nden sonda diğer bölgelerde de çalışmalar yapılmalı. Kısa vadede bu çalışmanın tamamlanması mümkün değil. Uzun ve yorucu bir çalışma sonucunda Türkiye’deki ayı sayısı belli olacak.”
“Doğu Anadolu Bölgesi’nde de çalışmalar yapılmalı”
Doğu Anadolu Bölgesi’nde de ayıların yoğun olarak bulunduğunu ifade eden Başkaya, “Karadeniz ile birlikte bu bölgelerde de çalışmalar yoğunlaştırılmalı. Buralarda ayı popülasyonunun yoğun olduğunu tahmin ediyoruz” diye konuştu.
Başkaya, Doğu Anadolu Bölgesi’nde sadece ayılarla ilgili değil, diğer yabani hayvan ve bitki çeşitleriyle ilgili de çalışmalar yapılabileceğini, bununda Türkiye’nin hayvan ve bitki çeşitliliği açısından çok önemli olduğunu vurguladı.
Şağdan Başkaya, Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğünün bu çalışmalarda üniversiteler, araştırma kurumları ve sivil toplum örgütlerinden destek alması halinde çok kısa sürede önemli bir envanter oluşturabileceğini belirtti.
Başkaya, ayıların yoğun olarak Karadeniz, Toroslar, iç Ege dağları ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde yayılış gösterdiğini de sözlerine ekledi.
URL: http://www.yesilgazete.org/?p=82820
Monsanto
Monsanto’dan tiksinmek için 13 sebep
11 Nisan 2013 Uzunçorap.com
Monsanto sağlıklı ve organik gıdadan yana olanların ortak nefret öğelerinin başında geliyor. Zira bu şirket genetiği değiştirilmiş organizmaların tarıma girmesinin baş sorumlularından biri. Monsanto’nun en ünlü ürünü RoundUp ise büyük bir pazarlama mucizesi. Tüketicileri GDO’lu ürünleri tüketmenin hiçbir zararı olmayacağına ikna etmek için tasarlandı. Öte yandan RoundUp’un daha anne karnında bile hastalıklara sebep olduğu, dahası böcekleri ve hayvanları zehirlediği görüldü. Tüm süpertohumlarda aynı problemler olduğunu unutmayın.
RoundUp Monsanto’nun bu minvaldeki tek ürünü değil. Agent Orange ve rBGH adlı ürünlerin de arkasında da bu şirket bulunuyor. GMO Awareness (GDO Farkındalılığı) adlı örgüt Monsanto’dan neden tiksinmemiz gerektiğine dair 13 maddelik bir açıklama yaptı. Bu örgüte göre, Monsanto bu konuda devlet kurumları harekete geçmeden on yıllar önce tohumlarında insan sağlığına zararlı bileşenler kullanmaya başladı. Dioxin, DDT ve Agent Orange bunların başında geliyor. Ve daha başka bir sürü sebebimiz bulunuyor Monsanto’dan nefret etmek için.
1. Sakarin: Monsanto’nun ilk ürünü artık sağlığa ne kadar zararlı olduğunu kesinlikle bildiğimiz yapay tatlandırıcılardı.
2. PCB: Polychlorinated biphenyls. 1977′de üretimi yasaklanana kadar Monsanto’ya bir hayli para kazandıran bu ürün bir tür tarım ilacı. 1930′larda üretilmeye başlandı ve aslında bir çok sağlık kuruluşu tarafından sağlığa ne kadar zararlı olduğu defalarca açıklandı. Çevreciler ve sağlık uzmanları RoundUp adlı ürünün PCB’nin yeni bir versiyonu olduğunu söylüyorlar. Ancak tabii Monsanto aksini savunuyor.
3. Polystyrene: Petrol bazlı bir kimyasal madde. Monsanto bu ürünü 1940′larda icat etti. Bir tür köpük olarak kullanılıyor. Tarım ürünlerini biyolojik zararlılardan korumak için kullanılırken, çevreye geri dönüşü olmayan zararlar veriyor.
4. Atom bombası ve nükleer silahlar: Monsanto nükleer silahların geliştirilmesi sürecinde aktif rol aldı.
5. DDT: Tarım ilacı olarak kullanılan DDT hem çevreye zarar verdi, hem binlerce çocuğun sakat doğmasına neden oldu.
6. Agent Orange: Tarım ilacı olarak üretilen Agent Orange, ABD ordusu tarafından Vietnam’da kimyasal silah olarak kullanıldı.
7. GDO: Monsanto GDO denilen teknolojiyi icat etti, yaygınlaştırdı, bundan en büyük faydayı da yine Monsanto’nun hissedarları kazanıyor.
8. Dioxin: Gene bir tarım ilacı. Kanser, doğum kusurları, otizm, karaciğe hastalıkları, bağışıklık sistemi zayıflaması, kronik yorgunluk, pisokoljik bozukluklar gibi onlarca hastalığa neden olduğu bildirilen Dioxin’in mucidi de yine Monsanto.
9. Yokedici tohumlar: GDO’lu tohumların, organikleri yok etmesini sağlayan bir tür genetik teknoloji. Biyolojik silah olarak kullanılma olasılığına karşılık şimdilik ticarileştirilmemiş durumda. Ancak Monsanto’nun elinde insanlığa karşı bir silah elerek tutulmaya devam ediyor.
10. Petrol bazlı gübreler: Verimliliği artıran, ancak yiyecekleri zehirliyen gübre üretiminde de Monsanto tam bir lider.
11. rBGH: Sentetik bir hormon. İneklere enjekte edildiğinde süt verimini yüzde 16′ya kadar artırıyor. Ancak hem ineklerin sağlığı, hem sütün içeriği bütünüyle bozulmuş oluyor.
12. RoundUp: Tarlalardaki ayrık otlarını öldüren bir kimyasal. Büyümesini istediğiniz tohuma bulaştırıyor ve bu tohumla büyüyen bitkinin diğerlerini kökünden kurutmasını sağlıyorsunuz. Hem ürününüzün genetiğiyle hem doğanın dengesiyle oynuyorsunuz böylece. Eğer bunun doğru olduğunu düşünüyorsanız, buyrun Monsanto’ya.
13. Aspartam: Sakarin gibi yapay bir tatlandırıcı. E951 olarak da biliniyor. Kanserojen bir madde olduğu sonucuna ulaşmayan tek bir araştırma bile yok. Ayrıca bilinen obezite nedenlerinden biri. Ancak ticari getirisi çok yüksek olduğu için yasaklanmıyor.
Sözün kısası Monsanto güvenebileceğiniz bir şirket değil. İnsan sağlığını düşündüklerini falan zannedip kendinizi aptal yerine koymayın. Bizi zehirleyerek para kazanıyor bu insanlar. Böylesi bir sabıkayla Monsanto, en uzağında durulması gereken şirketlerden biri.
Ne var ki Monsanto ürünlerinin direkt tüketicisi olmadığınız için yapabileceğiniz bir şey yok gibi görünüyor. Yanılmayın var. Hükümetinizi ve tüketicisi olduğunuz gıda kuruluşlarını Monsanto’dan uzak durmaları için uyarıp, Monsanto’yla akrabalık ilişkisinde olduğunu gördüğünüz şirketleri boykot edebilirsiniz.
Kaynak: ecochildplay ve wikipedia
Kanser Hastalığının Değişen Özellikleri
YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ
Kanser hastalığının değişen özellikleri, tıbbın "tanımsızlık" dönemi
27 Mart 2013 Çarşamba 06:00-Dünya Gazetesi
Biz hepsine " kanser" desek de, kanser olarak adlandırılan tablolar elbette içerisinde derin farklılıklar gösterir. Biz bu farklılıkların bir kısmını fiziksel özelliklerine bakarak söyleriz. Örneğin yağ dokusundan kaynaklanan yumuşak kıvamlı, genellikle cilt altında ele gelen iyi huylu tümörler lipom adını alır, bu sertleşirse liposarkom denen kötü huylu tümörlerden söz edebiliriz. Ancak bize hastalığın seyri konusunda esas yol gösterici kriter patolojik inceleme adı verilen mikroskop altındaki görüntünün analizidir. Bunu yapabilmek için ya tümör cerrahi uygulanarak tamamen çıkarılır ya da küçük örnek alınır. Bu doku örneği daha sonra bir dizi işlemden geçirilir ve çok çok ince kesilerek cama (lam) aktarılıp boyanır. Deneyimli patolog buna mikroskopta bakarak hastalığın doğası hakkında bilgi verebilir, işte sonraki tedaviler de bu bilgi üzerine kurulur. Tıbbın geneli düşünüldüğünde patoloji nispeten yeni bir bilim dalıdır, ancak gerekli deneyimi ve değerlemeyi (validasyon) oluşturacak kadar da eskidir. Dokunun boyanmasında kullanılan yöntemler kimyanın gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır, çoğu boyanın öyküsü aslında tekstil boyalarının geliştirilmesine paraleldir. Son yirmi yılda gelişen "immünohistokimya" (toplumda "renkli boyalar" olarak adlandırılır) ise dokunun kökeni konusunda daha detaylı bilgi sağlar. Diğer boyalarla ayırt edilemeyen pek çok özellik bu boyama yöntemleriyle ortaya konabilir. Bütün bu çabanın ortak amacı hastalığın nasıl seyredeceğinin öngörülmesi ve tedavinin de ona göre saptanmasıdır.
"Dokuların değişmesi" patolojinin kliniği destekleyememesidir
Gelişim ve işleyiş açısından bakıldığında (bugün her ne kadar ayrı düşse de), patoloji klinik bilimlerin ortaya çıkardığı bir disiplindir. Önceki klinik deneyimin mikroskopik yöntemler kullanılarak cama ve rapora tercüme edilmesine dayalıdır. Günümüzde kanser konusundaki ana sorunlardan biri de işte burada çıkmaktadır. Zira bu satırlarda çok sık dile getirdiğim beslenme alışkanlıklarımızdaki derin değişiklik ister istemez dokularımızı da değiştirmektedir. Oysa tıbbın hastalıklar konusundaki bilgisi ve patolojinin bunların mikroskop altındaki görünümüne dair düşüncesi hep eski verilere bağlıdır. Dolayısıyla insan vücudunun mikroskopik değerlendirmesi de bu disiplin kurulurken ve ilk analizler ortaya konduğundaki beslenme özellikleriyle bire bir ilişkilidir. Peki beslenme özellikleri bu kadar derin değişiklik gösterirken, dokuların hiç değişmeden kalabileceğini nasıl varsayabiliyoruz, esas sorun buradadır. Çok fazla örnek dile getirdim ama yeniden hatırlatayım, uzun raf ömrüne erişmek kaygısıyla ortaya çıkan içerik değişiklikleri, koruyucu maddeler, katkılar bunların sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Değişiklik elbette bir kez tüketmekle ortaya çıkmaz, ama bütün beslenme sisteminin bunun üzerine oturduğunda kollajenin eksik kalmasından ya da şekerle bağlanmasından tutun (Maillard reaksiyonu), bağırsak florasındaki değişikliklere kadar bir dizi bilinmezin içerisine düşersiniz. O noktada artık patoloji içinden çıktığı klinik deneyimle örtüşmez hale gelebilir ve ne yazık ki bu durum gerçekleşmektedir.
Tümörlerin sinir-salgı yönüne kayması, tablonun GDO mısırı çağrıştırması
Bir patolog baktığı mikroskopik görüntüyü değerlendirmekte genellikle zorlanmaz, zorlanırsa da bunu raporun altına eklediği açıklamalarla belirtir. Ama görüntü ve klinik tablo örtüşmez hale geldiğinde "tıbbın tanımsız kaldığı boşluk" ortaya çıkmaya başlar. Patolog "taşlı yüzük hücreli mide kanseri" derken elbette öğrenmiş oldukları üzerinden karar vermekte, hasta ve klinisyen açısından çok zor bir süreci tanımlamaktadır. Ama hastanın hiçbir sorunu yoksa, kilo vermiyorsa, iştahı da gayet yerindeyse ister istemez tanı ve klinik arasındaki bir uyumsuzluk durumundan şüphelenirsiniz. Sorun bunun nasıl üstesinden geleceğinizdedir; deneyim ve iç görünüze güvenip olabildiğine ılımlı bir tedaviyi mi seçeceksiniz, yoksa en ağır tedavilere mi girişeceksiniz? Aklınız ikincisini, hissiyatınız birincisini söylediğinde ne yapacaksınız? Bugün için kanser alanında girdiğimiz en önemli açmazlardan birisi işte budur. Dokulardaki değişikliği genel olarak "sinir-salgı dokusu özelliklerine kayma" (nöroendokrin diferansiyasyon) olarak görüyoruz. Bunun marker (kandan bakılan tümör belirteci) karşılığı ise "nöron spesifik enolaz (NSE)" değerlerinin toplumun genelinde (baktırdıklarımın çoğunda yüksek çıktı) sınır değerin üzerinde çıkmasıdır. İşin daha tedirgin edici yanı, bu değişikliklerin Seralini'nin GDO mısır yedirttiği farelerden elde ettikleriyle benzerlik göstermesidir (1). Üstelik bu mısır ülkemizde de yem olarak kullanımı serbest NK608 GDO mısır denemesidir.
Kaynaklar: (1) Seralini GE, Clair E, Mesnage R et al. Long term toxicity of a Roundup herbicide and Roundup-tolerant genetically modified maize. Food and Chemical Toxicology 2012; 50: 4221-4231.
Kaynak:http://www.dunya.com/kanser-hastaliginin-degisen-ozellikleri-tibbin-tanimsizlik-donemi--151511yy.htm
Genetiği Değiştirilmiş Somon Geliyor.
Genetiği Değiştirilmiş Somon Geliyor!
24/03/2013Yeşil Gazete-Ayşe Bereketby aysebereket
Yıllardır ABD’de basınında (Frankeisten ve İngilizce balık kelimesinde türetilmiş) “Frankenfish” olarak bilinen genetiği değiştirilmiş somonun ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmasına kesin gözüyle bakıldığı bu günlerde, GDO’lu ürünlerin etiketlemesinde cesur bir adım atan Whole Foods’un da dahil olduğu birçok süpermarket zinciri bu ürünü satmayacaklarını beyan etti.
17 yıldır AquaBounty Technologies of Massachusetts tarafından geliştirilen, patentli adıyla AquAdvantage somonu, Chinook Pasifik somonunda bir büyüme hormonu geni ve Zoarces Americanus adlı bir tür Kuzey Atlantik yılanbalığından bir tür “antifriz geni” taşıyan bir Atlantik somonu. Bu transjenik AquaAdvantage somonu bu iki gen sayesinde, doğal ve gerçek somondan farklı olarak sadece yazın değil, yıl boyunca büyüme hormonu salgılıyor ve 3 yıl yerine 18 ayda istenilen büyüklüğe erişiyor. Sadece dişileri tüketim için üretiliyor ve kısırlaştırılıyor.
GD somonu piyasa sürmeye çalışan biyoteknoloji şirketi, FDA onayının bu kadar gecikmesinden dolayı, son birkaç yıldır finansal darboğaza girdi ve araştırma fonları ve yatırımcıların katkılarıyla ayakta durmaya çalıştı. Mayıs 2012’de şirketin imdadına bir eski Sovyet oligarkı, Gürcü dolar milyarderi ve eski Ekonomi Bakanı Kakha Bendukidze yetişti. Bendukidze satın aldığı %47.6 hisseyi Ekim 2012’de ABD’li sentetik biyoloji şirketi Intrexon’a sattı. AquaBounty yumurtaları Kanada’da Prince Edward Island’da üretmekte. Yumurtalar daha sonra Panama’ya naklediliyor ve istenilen ve satılabilecek büyüklüğe gelinceye kadar orada büyütülüyor.
AquaBounty’nin FDA başvurusunda ilerleme kaydettiği iki önemli tarih var. Eyül 2010’da FDA biraz tereddütlü de görünse AquaAdvantage somonun tüketim ve çevre için güvenliolduğu kararına vardı. Bu kararın ardından FDA çevreye etkileri hakkında daha derin bir analiz yapacağını belirtti. Aralık 2012’de ise, balığın çevre üzerinde “kayda değer bir etkisi” olmayacağı ve gerçek somon balığını yemek kadar güvenli olduğunu açıkladı. FDA’nin çevre üzerindeki etkileri açıklaması ve araştırmasının sadece ABD’yi kapsadığını ve Panama ve Kanada’daki etkilerini incelemediğini ve bunu çok üstünde durmayarak da olsa belirttiğini, vurgulamalıyız.
Çevrecilerin en büyük endişelerinden biri genetiği değiştirilmiş somonun kaçıp, doğaya karışıp, doğaya zarar verebileceği, örneğin Atlantik somonuyla yem ve üremede rekabete girebileceği ya da diğer somon türleriyle karışabileceği. FDA bunun “son derecede uzak ihtimal” olduğunu, balıkların açık okyanusta değil karada üretileceklerini, kaçtıkları takdirde de civardaki suların bu türe fazla sıcak ve tuzlu geleceğinden yaşayamayacaklarını söylüyor. Doğaya kaçıp üremelerine gelince de bunun balıklar kısırlaştırıldığı için –ki hata payı olan bir işlem bu- zor bir ihtimal olduğunu belirtip, vahşi Atlantik somonu dahil, soyu tükenmekte olan türlere bir etkisi olmayacağını iddia ediyor. FDA yanıtları ne yazık ki hep ihtimal hesabı üzerinden.
26 Nisan 2013’e kadar da halkın yorumlarına açık olduğunu belirten FDA, belli ki bu tarihten kısa bir süre sonra GD somonun piyasa çıkmasına izin verecek. Hâlihazırdaki FDA kurallarına göre, onaylandığı takdirde transjenik somon, muhtemelen genetiğideğiştirilmiş bir ürün olarak etiketlenmeyecek yani piyasada diğer somonlarla –çiftlik ve doğal- arasına karışacak.
Yeri gelmişken bir parantez açıp, çiftlik somonun zaten başlı başına bir tartışma konusu olduğunu da hatırlamak gerek. Çiftlik somonları (büyük kısmı GDO’lu) mısır, soya ve kanola, tavuk tüyleri ve bağırsakları, yapay renklendiriciler ve insan tüketimi için onaylanmamış ama balık yeminde kullanılan sentetik astaskantin karışımı ile besleniyor. Vahşi somonunOmega-3 Omega-6 oranı kültür somonundan çok daha yüksek (çiftlik somonunda 1:1 vahşi somonda 6-9:1). Dolayısıyla bu oranı düzeltmeye çalışıyorsanız, bunu çiftlik somonuyla başarmanız zor. Öte yandan, çiftlik somonlarının yaklaşık %99’u okyanusta açık okyanusta ağ ağıllarda yetiştiriliyor. Balıkların yemedikleri tüm yemler (GDO’lar, pestisitler, antibiyotikler ve kimyasal katkı maddeleri) ve doğal olmayan dışkıları okyanusa karışıp, çevreyi kirletiyor. İskoçya’dan yeni bir rapora göre, bazı somon çiftlikleri son dört yıl içinde pestisit kullanımlarını %110 arttırmışlar.
Şu anda (2011 verileri) dünyanın en büyük çiftlik somon üreticileri Şili, Kanada ve Norveç olmasının yanında, şu anda transjenik somonu piyasa sürüp ve GD olarak etiketlemeyecek gibi görünen ABD’nin de dünya somon pazarında önemli bir yeri bulunmakta. ABD Ulusal Deniz Balıkçılığı Hizmetleri (NMFS) verilerine göre ABD’nin taze ve donmuş somon ihracatı 2011 yılında 166,000 tona, konserve somon ihracatı ise 50,606 tona ulaştı. Aynı kaynağa göre, 2011’de ABD 929 ton somonu yeniden ihraç etti.
Dolayısıyla, FDA onay verip, GD somon diye etiketlemediği takdirde bu transjenik somonun takibi zor olacağından, bizim sofralarımıza kadar gelebilecek. Ayrıca FDA’nin bu onayı bir ilk olacak; GD somonun tüketimine izin vererek diğer transjenik hayvanların gıda piyasasına çıkmalarının yolunu açacak. GD somon şu anda geliştirilmekte olan 35 balık cinsiden sadece biri. Dünya geneline baktığımızda Çin’de transjenik hayvanlara 800 milyon dolarlık özel-devlet yatırımı yapılmış durumda.Hindistan, Yeni Zelanda ve Küba dahil birçok Güney Amerika ülkesinde genetiği değiştirilmiş hayvanlar üretilmekte. Genetiği değiştirilmiş inekler, tavuklar, domuzlar ve diğer balık türleri piyasada yer almak için sıralarını bekliyorlar.
20 Mart 2013’te, Friends of the Earth ABD’deki süpermarket zincirlerinin GD deniz ürünü satmamaları için bir bilgilendirme ve imza kampanyası başlattı. Siz Türkiye’den de katılabilirsiniz. Slow Food Türkiye / Fikir Sahibi Damaklar’ın Lüfer Koruma Timi, kendi balıklarımızın soylarını korumamız ve ileride ithal balıklara muhtaç kalmamamız açısından da çok büyük önem taşıyor. Katılmadıysanız tam zamanı!
Bal Arıları Yolunu Nasıl Buluyor ?
Bal arıları elektro sensörlerle yol belirliyor
Bristol Üniversitesinde yapılan
araştırmada, bal arılarının vücutlarındaki elektro alıcılar sayesindeziyaret edilen çiçeğe yeniden uğramadıkları
belirlendi.
Ankara- Doğa Bilimleri Genel Sekreteri Müge Kanay, yarım kilogram bal
üretebilmek için bir bal arısının 2 milyondan fazla çiçekten bitki özü
toplaması gerektiğini belirtti. İhtiyaç duyduklarından fazla bal üreten
arıların, bu kadar çok çiçeği gezebilmek için çok emek harcadıklarını dile
getiren Kanay, ancak bunu yaparken aynı çiçeğin birkaç kez ziyaretedilmediğini
vurguladı.
Kanay, bal arılarının
bu ayrımı nasıl yaptığının bilim adamlarının uzun zamandır dikkatini çektiğini ifade ederek, şöyle konuştu: ''Nasıl olur da bir bal arısının ziyaret ettiği
çiçeğe bir başka bal arısı uğrayıp, çiçeğin içi dolu mu boş mu diye bakmaz?
Arılar, bir çiçeğin dahaönceden ziyaret edilip edilmediğini nasıl
bilebilmektedir? Bu sorulara cevap bulabilmek için bilim adamları uzun uğraşlar
verdi. Birleşik Krallık'taki Bristol Üniversitesinde uzmanların yaptığı
çalışmalar, kafalardaki soru işaretlerini kaldırdı. Üniversitenin yaptığı
araştırmanın sonuçları, Nature Dergisinde yayınlandı. Buna göre, bal arıları bu
ayrımı yapabilmek için özel bir teknoloji kullanıyor. Vücutlarındaki
elektro alıcılar sayesinde aynı çiçek ikinci kez ziyaret edilmiyor.''
Enerji ve zaman
tasarrufu
Arıların kanatlarını
çırptıkları zaman pozitif elektrikle yüklendiklerini vurgulayan Kanay, bu
sayede kanatlardaki elektrostatik kuvvetin mıknatıs gibi polenleri arının
üzerine yapıştırdığını anlattı. Kanay, bu elektro alışveriş nedeniyle de
bitkinin üzerinde elektriksel temasa dair iz kaldığına işaret ederek, şunları
kaydetti: ''Başka bir deyişle çiçeğin üzeri bir
elektriksel alanla kaplanıyor. Bal arıları vücutlarındaki elektro alıcılar
sayesinde bu izleri görüp algılayabiliyor. Böylelikle ziyaret edilen
çiçeğe bir kez daha uğramayarak,enerjiden ve zamandan tasarruf ediyorlar.
Daha önceden köpek balıkları gibi canlıların elektro sensörlere sahip olduğu
biliniyordu. Arıların da bu elektriksel sinyalleri algılayabildiği ilk kez kanıtlandı.''
Aşırı Hijyenin Bir Başka Boyutu-Astım ve Alerji Sendromu
YAVUZ DİZDAR / YÖNETİCİNİN KEYFİ
Aşırı hijyenin bir başka boyutu, astım ve alerji sendromu
20 Mart 2013 Çarşamba 06:00-Dünya Gazetesi
İnsan vücudunun belli dengeler üzerine kurulu olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Bu sistemin merkezinde anlaşıldığı kadarıyla kan bulunmakta. İnsan aklen bir birey özelliği gösterebilse de, vücut dışarısıyla belli bir denge içerisinde yaşamak zorunda. Vücudu dış dünyaya bağlayan (bilinci bir tarafa koyarsanız) üç farklı ara yüz bulunmakta, bunlar deri, sindirim sistemi ve solunum sistemi. "Moderen" tıp deriyi bariyer, solunumu oksijen, sindirimi ise hammadde kaynağı olarak değerlendirmiş, ancak işleyişe bakıldığında bu kadar basite indirgemek mümkün görünmüyor. Bir kere sistem bir bütün ve birbiriyle ilişkili öğelerden oluşuyor. İkincisi, vücudun ara-yüzlerinin amacı savunma değil, adaptasyon (bu ikisi birbirinden tamamen farklı kavramlar), yaşamın sürdürülebilir olması bu adaptasyona bağlı. Ve üçüncüsü, adaptasyon işleminin önemli bir kısmı vücut tarafından değil, mikroorganizma florası tarafından gerçekleştiriliyor. Söz konusu floranın bir görevi vücuda zararlı olabilecek bakteri vb. hastalık yapabilecek mikroorganizmaların üremesini önlemek. Ancak bu yetersiz kalırsa vücudun bağışıklık (adaptasyon) sistemi görevi üstleniyor ve yabancı olanı vücuda tanıtıyor (bunlara antijen sunan hücreler deniyor, amaç savunmak değil, tanışmak).
Antibakteriyel sıvı sabunlara özellikle dikkat.
Bu doğal bakteri örtüsü ciltte, sindirim ve üreme kanalında bakteri kolonileri olarak zaten mevcut, işte bunun korunması gerekiyor. Mikroorganizmaları "vücudumuzu her an işgal etmeye hazır düşmanlar" olarak gösteren endüstriyel mantık ürünlerinin pazara hakimiyetini bu "gözle görünmeyen düşman" mantığı üzerine kurmuş. Bir yandan gıda alanında sterilizasyona varan hijyen hedefliyor ve bunu ambalaja endeksliyor. Dahası mesele sosis, sucuk gibi ürünler olduğunda, "biz bağırsak kullanmadan hijyenik üretiyoruz" diyebiliyor. Oysa sucuğun üretimi fermantasyon üzerine kurulu, bakteri olmadan üretilemez, sucuk değildir. Öte yandan ise ev ortamında yine sterilizasyona varan aşırı bir hijyeni körüklüyor, bu da ister istemez ortamın doğal yaşam için gereken florasını ortadan kaldırıyor. Lakin bu aşırı hijyenin asla kabul edilemeyecek bir sonraki aşaması da var, o da "antibakteriyel" ürünlerin kullanılması. "Elinizdeki bakterilerin yüzde 99'unu yok eder" söylemiyle yola çıkan bu sabunların banyo amaçlı kullanılanları da bulunmakta, halbuki cilt bu, mutfak tezgahı değil. İşin en üzücü yanı, dernekler de buna "sponsorluk" karşılığında alet oluyor, "biz de destekliyoruz" diyebiliyor.
"Elim o kadar çok kaşınıyor ki uyuyamıyorum"
Oysa vücudun cilt ara-yüzü hastalık yapan bakterilere karşı zaten doğal bir baskılama özelliği gösteriyor. Antibakteriyel sabunlarla bu örtünün ortadan kaldırılması, dengeyi bozarak alerjik reaksiyonların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir sabah karşılaştığım dolmuş sürücüsü arkadaşımız "hocam elim o kadar çok kaşınıyor ki uyuyamıyorum" dediğinde, heves edip eve antibakteriyel sıvı sabun aldığını öğreniyorsunuz. Kullanımı bıraktırınca kaşıntı da dört günde geçiyor. Nitekim ilişki son derece açık; bunu cilt hastalıkları uzmanları da açıkça ifade ediyor.
Endüstrinin yaşamımıza pompaladığı mikrop histerisinin gıda ve temizlik boyutunu birleştirdiğinizde ortaya "hijyen hipotezi" olarak adlandırılan çok daha ağır bir tablo çıkıyor (1). Bu tablonun özelliği hijyen konusunda çok aşırıya gidildiğinde ortaya çıkan alerjik bünyeli çocuklar. Dış dünya uyaranıyla hiç karşılaşmadığı için adaptasyon sistemi hep güdük kalan çocuk, bir gün evinin steril fanusundan dışarıya çıkmak zorunda kaldığında bünyesi de ister istemez coşuyor. Bunlar daha çok "çocuğunun oynadığı toprağı mikrop kaynağı olarak gören annelerin evlatları" mıdır bilinmez, ama sterilizasyona varan aşırı hijyen tutkusu tabloya mutlaka eşlik etmekte. Steril gıdaya duçar olan bu zihniyet, peynirin ambalajlısını, sosisin enzimle işlenmiş çakmasını tercih edince; bir de mutfakta, odada ve elbette banyoda kimyasalın hakkını verince; çocuğun adaptasyonunun gelişmesini nasıl beklersiniz? O yüzden buna "hijyen hipotezi" denmekte, astım dahil her şeye karşı alerjik reaksiyonlarla seyretmekte. Kanada başta, en gelişmiş, en arındırılmış ülkelerin "fıstık yiyince ölebilen" çocuklarının ortak sorunudur.
Kaynak: (1) Von mutiur E. Allergies, infections and the hygiene hypothesis - The epidemiological evidence. Immunobiology 2007; 212: 433-439.
Kaynak:http://www.dunya.com/asiri-hijyenin-bir-baska-boyutu-astim-ve-alerji-sendromu-151444yy.htm
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)